OSKAR 2018

15 Şub

Holywood sinema ideolojisine burun kıvırıyor olsam bile her yıl Oskar Ödül Törenini izlemezsem olmuyor.

Yılda ortalama 700 filmlik bir film endüstrisinin ev sahipliğinde o yıl sinema sanatında yaratıcılık, incelik, yenilik ve derinlikte zirve yapmış  bir kaç nadir eserin taçlandırıldığı bir etkinlik bu.

Oskar’ın yüzünü en iyi ‘en iyi film‘ kategorisinde kazanan eser çizer.

Bu kategoride eskiden 5 film yer alırdı, şimdilerde bu sayıyı 8-10’a çıkardılar.

Yarışmayı izlemek eylenceli tabii ki, ama  o yıl seçilen üstün nitelikli filmlerin sayısı ne kadar kabarıksa yaklaşık 4 saat süren şovu izlemek o kadar heyecanlı olur.

Bu heyecan yoğunluğuna bir ölçü olsun diye hakemlerin çeşitli kategorilerde 2000 Oskar Töreni yarışma listelerine seçtikleri bazı filmlerin bir listesini vereyim:

American Beauty, Sixth Sense, Magnolia, Matrix, The Red Violin, Austin Powers: The Spy Who Shagged Me, All About My Mother (yabancı film Oskar’ı), Buena Vista Social Club, Genghis Blues, Being John Malkovitch, Sleepy Hollow, The Talented Mr. Ripley, Boys Don’t Cry, Girl Interrupted, Sweet and Lowdown, Titus, Fight Club, Star Wars Episode I: Phantom Menace…

Bir yılda bu çapta bir üretim olunca, (bu filmlerin hepsini seyrettiyseniz) siz de benim gibi durup bir vay be! çekmez misiniz 🙂 .

Ancak kabul etmek gerekir ki Oskar her zaman böyle bir ‘Mucize Yıl’ görüntüsü vermez.

Yine de olsun diyelim, çünkü her yıl sonbahar ve kışın sinema salonu loşluğunda filmlerle sarhoş olup yayılan birini  ışıl ışıl bir parti havasında bahara çıkarmak az bayram değil doğrusu 🙂  (Oskar Törenleri genelde Şubat ortası Mart ortası aralığında bir Pazar günü yapılıyor, hristiyan liturji yılında Noel ile Paskalya arasında bir yere düşüyor).

Bu yıl en iyi film kategorisinde yer alan 9 filmin 7’sini izledim.

 

Phantom Thread

phantom-thread-movie-image-2

Valla yarışmada akıbeti nice olur bilmem ama kanımca bu yıl başyapıt tıyneti taşıyan tek eser bu.

Dört dörtlük.

Hem film estetiği bakımından bir zirve, hem de işlediği konuda ulaştığı derinlik hayli tatmin edici.

Görünürde konu 1950’ler Londra’sında kabiliyetli ve tutulan bir sosyete terzisinin gönül eğitimini işliyor, ama asıl mesele terzinin soğuk kalbine vasıl olmaya çalışan genç kadının bu uğurda cadıca yöntemler kullanmak dahil her yola başvurarak erkeği avucunun içine alması.

(Seyir zevkinizi piç etmemek için ayrıntıya girmiyorum).

Nedir esaslı filmlerin esası?

Sinir uçlarımıza dokunmak, hatta çiğnemek, üzerinde ter ter tepinmek.

Nasıl yapıyorlar bunu?

Evrensel fay hatlarını kurcalayarak.

Kanımca bu filmin kurcaladığı fay hattı kadınla erkek arasındaki  birlik arayışına dair sorunlar.

Aman diyeceksiniz, ne banal bir çekişme bu!

O zaman derim ki Phantom Thread’deki egzantrik çiftin muhteşem bir müzik, kostüm ve mizansen eşliğindeki özel hikayesi hakkaten doyumsuz bir seyirlik olmuş.

 

Three Billboards Outside Ebbing, Missouri

Bu sene azgın erkekleri tahtından eden #MeToo kampanyasından sonra hesap soran kadın modelini esaslı filmlerde aktör ve konu olarak beklemeliydik zaten.

Amerika’nın içten içe kanayan iki fay hattı var.

Bunların biri ırkçılığı öbürü ise yolsuzluğu besliyor.

Gerçi yolsuzluğa zemin olan fay hattı kadın-erkek gerilimi misali her coğrafyada, her şehirde ve her evde sürekli hesabı sorulan depremlere gebedir hep.

Mildred Hayes de tecavüz edilip öldürülen kızının katilini 7 aydır bulamayan müesses nizamdan dinmek bilmez bir öfkeyle hesap sormaya girişir.

Bir gün öyle mi öyle deyip kasaba dışındaki bir yolda arka arkaya dizili üç reklam levhasına yazdırdığı sorularla herkesin vicdanını cart diye yırtmaya girişir.

Düzeni silkelemek için her yolu ve yordamı bir hücum aletine çevirerek ortalığı mahşer yerine döndürmesi sarsıcı bir hikaye olmuş.

Bir insanın maruz kaldığı haksızlığa reaktif olarak saldırganlığı ve dellenmesini bir nebze anlayışla karşılasak bile gözünü bürüyen öfkesi nedeniyle bir dişçi matkabını veya Molotof kokteylini kullanmaktan çekinmeyen bir radikalleşmeye  ne kadar tahammül edilebilir?

Yine ayrıntı vermiyorum ama şunu eklemeden geçmiyeyim, bu film alttan alta bana bir kovboy filmi sıkıntısı yaşattı.

Ve bir de, Amerika’da büyük bir tartışma kopardı: toplum hayatını çürüten temel sorunlar olarak yolsuzluk ve ırkçılık konusunda bu filmin saptamaları bize ne derece ışık tutabilir?

Ama gördüğüm kadarıyla tartışma şu an filmdeki polis karakterlerden biri nedeniyle ırkçılık meselesinde eski ırkçıların tövbe getirmesinin ne derece yeterli olduğu konusuna kitlenmiş halde.

Filmin asıl mesajı kanımca müsses nizama dayanak olan ahlak ve adalet standartları mağdur bireyler için ne dereceye kadar tatminkar yargılar üretebilir sorgusu.

Öyle ya haksızlık nasıl oluyor da bir takım kurumlardan geçirilerek tahammül edilebilir ve meşru çözümlere ulaşıyor?

 

Get Out

v1

Hah diye oturdum filmin karşısına, Amerika’nın temel derdi ırkçılık üzerine aleni bir film.

Irkçılığı doğuran temel soru kime insan diyeceğiz sorusuydu.

Cevap da evet o da benim gibi, bizim gibi biri, bir insan hükmüne  ulaşırsa iyi, arada sorunlar yaşansa da bir müddet sonra birbirine karışma ve benimseme olabiliyor.

Ama bunlar insan değil diyorsan onları ya hayvan ya da mal gibi görmekten başka çare yok.

Çünkü bir yere gitmiyorlar, orada bir risk olarak öylecene duruyorlar.

İşte Kuzey Amerika vicdanının sıkıntısı burada düğümlenir.

İngilizlerin ilham ettiği siyasi düzen kıtanın bu parçasında yerlileri ve Afrikalıları bir insan olarak almadığı için iş nihai düzeyde onları silmeye gitmiş.

Dolayısıyla, kurgu-bilim havasında bir korku filmi gibi çekilen bu filmde,  fotoğraf sanatçısı Chris Washington kız arkadaşı Rose Armitage’ın ailesinin kırdaki evine  gittiğinde kendini bir can pazarında mal olarak bulması şaşırtıcı değil.

Filmde dinamiği fevkalade etkili bir tarzda sergilenen ırkçı söylem her an delikanlının derisini yalayarak akıyor ( o buna ‘racial flow’ diyor).

Aslında Chris bu konuda kafa suküneti bulmak adına bir sürü kurcalamayı, ön yargıyı  görmezden gelme yolunu tutmuş, ama ne kadar alttan alırsa alsın kendini düzenin o yalancı, kandırıkçı ve  aslında onu malzeme olmaya iten  komplocu bakışından kurtaramıyor.

En büyük engel de güven duygusu.

Eğer kız arkadaşı Rose onu satıyorsa hayatta kalabilmek için mahalle arkadaşı Rod Williams‘dan başka imkanı var mı?

Hazin bir durum.

 

The Post

The-Post

Fay hatları dedik, bu seferki sıkıntı da devletle halk arasındaki gerilime dair.

Amerikan Devleti Vietnam Savaşı hakkında  kazanacağız diye halka bile bile yalan söylemiş.

Yakın tarihte Pentagon Belgeleri (1971) diye geçen bu siyasi yolsuzluğun  The Washinton Post gazetesi cenahında yaşanan kısımları anlatılıyor.

Filmin en vurucu yeri de gazetenin sahibi  hanımın (Kay Graham) nasıl iktidara (Beyaz Saray’da Richard Nixon yönetimi var) meydan okuduğu hususu: sızdırılan belgeleri gazetesinde yayınlama kararı alır.

Muktedir bir basın kuruluşunun sahibesi olarak Kay Garaham’ın müesses nizamı temelinden sarsan bir işe imza attığını söylemek zor, ama filmde aksettirildiği kadarıyla gereğinde doğru işi yapan güçlü bir kadın portresi izlemek coşturucu tabii ki.

Hele hele o saray gibi evler, şaşaalı partiler, vızır vızır kaynayan devasa ofisler, aksaksız çalışan abidevi matbaa makinelerinin ilham ettiği huzur ve güven duygusu yok mu, tadından yenmez 🙂 .

İnşallah basın her zaman bizim yanımızda, destek, çıkarlarımızı ne pahasına olursa olsun koruyup kollayacak.

Bunu da iktidarla sarmaş dolaş olmasına rağmen yapacak.

Bize düşen bu iktidar odağı gereğinde vazifesini yapsın, matbaa makineleri vızır vızır dönsün diye sattığı şeyi gani gani almak.

 

The Shape of Water

the-shape-of-water

Hani vardır ya doğa kucağında masumane hayat süren yerliler için mes’ut veya soylu vahşi algısı.

Bu algının, uzak diyardan gelen yabancının, göçmenin katur kuturluğunu yumuşatmak üzere kullanıldığını düşündüm hep.

Mesela Star Trek dizisindeki Mr. Spock veya Stargate dizisindeki Teal’c karakterleri bu stereotipiyi güzel temsil ederler.

Soylu vahşi. Bizimle işbirliği yapmış soylu göçmen algısı.

Tabii düşmanlar da var, bunlar genellikle mendebur, çirkin ve düşman bir topluluk olarak gösterilir.

Örneğin Klingon‘lar veya Goa’uld ahalisi gibi.

Düşman tek mahluk ise buna ilişkin algı hazırdır: canavar!

Bu kez 1960’lar Amerika’sında Soğuk Savaş dönemindeyiz, uzay teknolojisi geliştirme konusunda kıyasıya bir yarış var.

Uzaya deneme amacıyla göndermek üzere hem suda hem karada yaşayabilen, kalıbı insanı andıran bir yaratık üzerinde çalışılıyor (yukarda şahsın bir resmini görebilirsiniz).

Aynı üste temizlik görevlisi olarak çalışan bir dilsiz hanım var, Eliza Esposito (soyadından ötürü Latin Amerikalı bir göçmen sanabilirsiniz, ama değil,  her nasılsa bir su kıyısında sepette terkedilmiş bir bebek olarak bulunmuş).

İşte bütün hikaye Eliza Esposito’nun umulmadık bir doğallıkla bu yaratıkla giderek derinleşen bir ilişki kurması ve onu doğal ortamına döndürerek kurtarmak istemesi üzerine dönüyor.

Daha fazla anlatırsam seyir zevkiniz piç olacak diye korktuğumdan yalnızca şunu söyliyeyim, evet yönetmen üstün yetenekli, evet film tarihinde yer etmiş bir çok yaratıcı buluşu sanatkarane harmanlamış ama içerik derinliği bakımından ben pek etkilenmedim, ne yapayım 🙂 .

 

Darkest Hour

Darkest-Hour-Winston-Churchill-Gary-Oldman

İkinci Dünya Savaşının kritik bir dönemecinde  Winston Churchill siyaseten Adolph Hitler’in karşısına çıkar.

Müttefik Orduları Alman’lar karşısında Belçika’da hezimete uğramış ve  askerler  Britanya Adalarına ric’at etmek maksadıyla Dunkirk’e yığılmıştır.

Ordunun Manş Denizini salimen aşarak İngiltere’ye tahliye edilmesi Alman Ordusunun saldırısı nedeniyle büyük risk altındadır.

Yaklaşık 350, 000 askerin kaybı tam bir bozgun ve zillet demektir.

Siyaset ve diplomasi kullanılarak askerler kurtarılabilse bile  pazarlıkta verilecek tavizler nedeniyle bu, Hitler Almanyası karşısında ağır bir yenilgi anlamına gelecektir.

Winston Churchill pek sevilen bir siyasetçi değildir ama içinde bulunulan ağır şartlar nedeniyle Savaş Kabinesinin başına geçer.

Churchill’in formülünü basitleştirerek anlatayım.

İki bileşen var, askeri ve siyasi.

Churchill diyor ki askeri bakımdan hata çok büyük ama en azından Dunkirk’teki askerleri tahliye ederek bu kalemdeki zararı en aza indirelim.

Siyaseten de savaşa devam, ama yaklaşım artık bütün satıhda topyekün seferberlik biçiminde olmalı, yani var gücümüzle çarpışacağız.

Bütün bu beter gerilimin an be an muhteşem oyunculuklar eşliğinde beyazperdeye yansıtılması gayet eğitici olmuş.

 

Dunkirk

Brody-Dunkirk

Darkest Hour ile bu film birbirlerini tamamlıyor.

Bu kez Dunkirk’te sıkışmış askerlerin içinde bulundukları can pazarını birinci sınıf sinemacılık aracılığıyla neredeyse oradaymışız gibi tecrübe etme imkanı buluyoruz.

Tahliye için askeriyenin elinde  sınırlı imkanlar olduğu için operasyon sıkıntılı başlar, ilk gün ancak 7669 asker kurtarılır.

Churchill bu arada yaklaşık 800 botluk sivil bir filonun yer aldığı Dynamo Kurtarma Harekatı‘nın emrini vermiştir.

Bu operasyon sayesinde sekizinci gün sonunda tahliye edilen asker sayısı 338,226 olur.

Film gelişmeleri kara, hava ve deniz ortamlarında 3 kanaldan  ortak bakış açısıyla anlatıyor, yani aşama aşama bir yerde bir şey oluyorken o sırada öbür yerde ne oluyor ardı ardına görebiliyoruz.

Kısacası görsel ve işitsel bir ziyafet eşliğinde beynimize hikayenin aralarını yazdırarak ve bağlantıları kurdurarak bir sağkalım mücadelesini an be an nakletmek büyük ustalık doğrusu.

Burada durayım artık, fazla gevezeliğe lüzum yok 🙂 .

Kanaatim o ki bu yıl yarışma heyecanlı geçecek.

 

Not: Ladybird ve Call Me by Your Name filmlerine zaman kalmadı, onlara da sonra bakarız.

 

 

 

 

Yorum bırakın