Not: 1996 yılında internet vasıtasıyla üye olduğum Arafiyan e-mail platformuna bir kaç ay sonra şu yazıyı göndermiştim (bu blog için okunurluk kolaylaşsın diye biraz sadeleştirme ve düzenleme yaptım). Sosyal medya, blog ve akıllı iletişim teknolojilerini henüz bilmiyorduk.
I. Dünyada Kendine Bir Yer
İnternet iletişimi konusunda uzun süredir yaptığım gözlemlerimi bir yazı ile toparlamaya karar verdim. Bu arada, Arafiyan mesaj trafiği olağan seyirini takip ediyor, yeni üyeler katılıyor. Grup üyeleri gece göğünde titreşen yıldızlar misali bazan parlıyor, bazan sönüyor. Arada bir semada bir kuyruklu yıldız parlıyor, bir süre ışıyor, ışıyor, sonra kayıp gidiyor.
Farkediyor musun? Arafiyan’ı ufkuma bir gökyüzü gibi koyuyorum böyle anlatarak, üyeler de mecaz gereği çeşitli gök cisimlerinin görünümlerine bürünüyor haliyle.
Bir internet yapısı, sanal bir iletişim ortamı olan Arafiyan’la ilişki değişik değişik olabiliyor. Bazan, bir üye olarak pasifsindir, yukarda anlattigim üzere seyirlik bir ufuk gibi görürsün bu ortamı, yada daha basitinden, belki bir gazetedir, bir TV kanalıdır senin için. Bazan da aktifsindir, bu ortama katılırsın, mesajlar gönderirsin, tartışırsın, sövüşürsün vesaire.
Aktif bir üye etkinliğini nasıl tasavvur eder?
Ben, bazı üyelerin Arafiyan’ı bir ayna gibi tasavvur ettiklerini gözledim, ama bir ufuk olarak ayna değil de bir inceleme aracı (örneğin mikroskop, teleskop) olarak ayna.
Bu tasavvura göre, gönderdiğin mesajlar bir kere ortamda belirdiklerinde, mesajların içeriğini oluşturan argümanlar, düşünceler, artık Koca Beyin’de (yani Arafiyan ortamında) seçilebilen ‘düşünen biri’ algısı veriyor. Elbette, her bir imza sahibinin tanınır bir imaj oluşturacak bir mesajlar dizisi postaladığını varsayıyoruz burada, çünkü düşünüyor diyebilmemiz için bir antite olması gerekir karşımızda (Koca Beyin’in düşünmesi ayrı bir sorun).
Bu antite, ortamda “düşünen” ve bizim bunu teşhis ettiğimiz bir profildir. Tekrar ayna-yansıma tasavvuruna dönersek, bir üye bu durumu araştırmak isteyebiliyor ve şöyle diyebiliyor kendine, “ben düşüncelerimi e-maillere paketleyip Arafiyan’a gönderirim, mesajlar ortamda belirdiklerinde ekranim artik kendime bakabildigim bir aynadır. Eğer bu doğruysa, yani ben sanal ortama yansıyabiliyor isem, belki orada eyleyebilirim, sınayabilirim, hatta evrilebilirim”.
Kabul etmek lazım ki, hayli yoğun bir etkileşim çeşidi bu, bir üye ve dünyası arasında.
II. Logos spermatikus
Asıl getirmek istediğim soruna geçmeden, bir başka tasavvurdan söz etmek istiyorum. Amacım Arafiyan ortamında zuhur eden bir profilin faaliyet sınırlarını anlamaya çalışmak.
Düşüncelerimi bir uç örnek aracılığı ile açayım.
“Kuzuların Sessizliği” filminin kahramanı “yamyam” Hannibal Lecter’İ (Anthony Hopkins) hatırlar mısınız? [Durun, “aman, hayır!” demeyin, lafımı bitirmemi bekleyin (takdir edin ki bazan ancak riskli bir söylem ile karmaşık bir konu anlaşılır olabiliyor)]. Aslen bir psikiyatrist olan Dr. Lecter, film boyunca bir hücrede, özel cam bölmelerin arkasında hapis tutuluyordu. İnsanlar Lecter’in cürmünden ancak bu maksimun tecrit şartları sayesinde korunabilmişti.
![Hannibal_Lecter](https://hulusicinar.wordpress.com/wp-content/uploads/2015/04/hannibal_lecter.jpg?w=300&h=161)
Lecter o haliyle bile, yan hücredeki paranoid adama sözleriyle erişmiş, ve onun dilini ısırıp koparmasına sebep olmuştu. Maksadı adamı cezalandırmak, onu öldürmekti, çünkü bu mahkum Ajan Starling’e (Jodie Foster) galiz sarkıntılıklar etmişti. Bu infazı yalnızca telkinle başardı. Zavallı adamcağızı –ki aslında kendisi azgın bir hükümlüydü– laflarıyla delirtti, ruhundaki zayıf noktaları sömürerek intihara teşvik etti. Kopan dil adamın boğazını tıkayıp boğularak ölmesine yol açmıştı.
FBI’ın davranış bilimleri uzmanı ajan Starling, hapishaneye, Dr. Lecter’i görmeye, o sırada bir seri cinayetler işlemekte olan ve zamanında Dr. Lecter’in de hastası olmuş canavar ruhlu bir katilin, (cinayetlerinde kullandığı tarz nedeniyle ) “Terzi” namıyla anılan Bill’in, kriminal zihin süreçlerini anlamak için geliyor. Ama Lecter felaket sakat birisi, ne kadar kıstırılmaya, eli kolu bağlanmaya çalışılırsa çalışılsın, bir serbest kaldığında körpe yanaklari harttadanak koparacak ağzından dökülen sözler ortalığı mahvediyor. Onun bu korkunç kabiliyetini yukarda anlattık ama başka bir anekdotla biraz daha belirginleştirelim bu hususu.
Örneğin şu başka hapishaneye nakil sahnesi.
![5](https://hulusicinar.wordpress.com/wp-content/uploads/2015/07/5.jpg?w=266&h=300)
Senatör hanımlardan birinin kızını kaçırıyor Terzi Bill, bu senator hanım da nüfuzlu bir mağdur olarak, kızının kurtarılmasında yardımı karşılığı Lecter’i daha “hoş” bir hapishaneye nakil sözü veriyor. Şu sahnede, Lecter’i hava alanına getiriyorlar, senatör hanım da adamlarıyla oradadır. Yamyam’i metal bir deli gömleğiyle bağlayıp – yani nerdeyse boğazına kadar ‘kefen’leyip– dikine el arabasına bindirmişler, kafasını oynatmasın diye sabitleyip, n’olur n’olmaz diyerek, yüzüne ağız yeri parmaklıklı demir bir peçe giydirmişler. O düşkün haliyle bile Lecter allem edip kallem edip ettiği kışkırtıcı laflarla senator hanımın sinirlerini usta bir arp virtüozu gibi dımbır dımbır “çalmıştı”.
Neyse, fazla romantiğe kaçmadan, şunu demek istiyorum. Lecter’in yıkıcı, maço görünümlü söylemi, bir sanal ortamda mesajlarıyla eyleyebilme potansiyelini anlamamız adına bir uç, karikatür örnek veriyor.
Yani, Arafiyan ortamından gelen mesajları, yavan-tatsız, ateşli-kışkırtıcı vs vs olmalarına bakmadan, sanki o camlı bölmenin ardında hapis bir antiteden türemiş, ama edeceği bir kelimeyle de okuyanını hipnotik bir etki altina sokacak ifadeler olarak kurgulamak istedim.
Hipnotik etki derken, bir mesajın sanal ortama seni angaje edebilme derecesini kasdediyorum.Örnegin, ne kadar ağır laf, o kadar sinir, gerilim; ne kadar kışkırtma, o kadar tahrik, o kadar köpürme; ne kadar cazip laf, o kadar hoş ve uçuk duygulanımlar vs vs.
Öyle bir kaptırış ki “o” mesajı tekrar tekrar okumaya sevkettiren, bazan tatlı bir uyku, bir gevşeyiş, bazan bir karabasan, bir hınç, bazan da (yeterince gaza gelip al gülüm ver gülüm yazışmaya girişince) curcunalı bir voleybol maçına bilet kestiren bir müptelalık.
Ekranınızı bu kadar sulandırdığım yeter, biraz da kurutalım bakalım!
III. Sevgiyle Başlayacak Her Şey
Yazıyı buraya kadar okuyup da hala zırvalamadığımı düşünüyorsanız, şu soruyla düşüncelerime devam etmek istiyorum: bu kadar iş güç arasında gerçekliği — biraz sıkı sorgulansa– eksik ve şüpheli görülecek bir sanal ortamı takip edip, bu ortamda yer almamızı, ve hatta bazan işin dozunu kaçırıp büyük cihatlar yapmamızı sağlayan itki nedir?
Tek kelimelik bir yanıtım var buna: Eros.
![eros-e-psique-1341972112_org](https://hulusicinar.wordpress.com/wp-content/uploads/2015/07/eros-e-psique-1341972112_org.jpg?w=300&h=286)
– Hadi ordan, terbiyesiz! dediğinizi duyar gibiyim.
Hatta bazılarınız, pis herif, alem ve içindekilerle etkileşen insanı sürükleyen esas yalnızca cinsel yüklemler midir, olay buna indirgenebilir mi, bu nasıl akıl yürütme, diye itiraz edebilir.
Yok, ben tam olarak indirgemeci sayılmam aslında. Yani insanı öyle ister istemez gövde yerlemlerine, uzuv ulamlarına, arzu kaşıntılarına kitlemeye sevkedecek ve de muhtemelen beceremiyeceğim bir söylemin izini sürmek isteyen biri değilim.
Amma velakin bir sanal ortamın kesik kesik soluyuşa benzeyen bir-bir mesaj trafiği hani şuurumuza çıkar, arzu tellerimize şöyle bir asılır, iç dünyamızın ibreleri 1’den 100’e donk diye atar ya, hani yazılı yanıt vermesek bile kafa sesimizin ekrandaki mesaja konuştuğunu saptarız bir an, işte o anı bize yaşatan kısa nöbetin kökenindeki SIZI’dan bahsetmek istiyorum.
Bazan bilme-öğrenme isteğiyle yakıp tutuşturan, bazan aydınlatma-geydirme dürtüsünü dürttüren ve hatta bazan insanı sanki ekranı bir kapı deliğinden izliyormuşcasına utandıran bir şeyden söz etmek istiyorum.
Bazan günlerce mesaj gelmediğinde, şöyle tık tık ekrana vurdurup, n’oldu yahu, ortam öldü mü? dedirten o meraktan söz etmek istiyorum.
Derler ki Eros’un özünde bir yetmezlik/yetersizlik duygusu yatarmış.
Yani mesela ‘sevgili’ addettiğimiz, o yüzden bize tamamlayan, bütünleyen, erişil(emiy)en bir hilkat gibi görünürmüş.
Yani hayat, o yüzden ucunda belirsizlikler, bilinmezlikler, bitimsizliklerle giden, yüründükçe halkolan bir yolmuş.
Şaşırtıcı olan şu: insan daha ne idüğü ve ehemmiyeti anlaşılamamış ve dahası biyolojik varlığını hiç bir sekilde yamayamadığı bir şeytan icadına (yani mesela sanal ortamlarda boy göstermeye, oralarda olmaya) kendini bu kadar kaptırır, bu ortamla “yatar kalkar”, ortamın sunduğu gerçekliği hemencecik şişirip köy çeşmesinde hep birlik esvap yıkıyormuşcasına bir şenlik havasına girer, yada göz gözü görmez bir sağanak altında süngülerini takıp karşı mevzilere hücuma geçer.
Elbette bütün bunlar fiziksel dünyada hiç bir şekilde cereyan etmez ama iştirakciler sanal bir YER’den olan biteni bize rapor edip dururlar, ekranlarımız habire “yeraltından notlarla” dolup taşar.
IV. Nereden Nereye
Sanal gerçeklik, internet ve diğer teknolojiler sayesinde 1990’lar başından beri kitleye malolmuş bir olgu ama öyle bir şey ki insanı toptan alt üst eden, insanın dünya üzerinde duruşunu, kendilik anlayışını dönüştüren bir yenilik.
İnsanoğlunun “aya gitmesiyle” ruhlarda küçük küçük vızıldanan dönüşüm akımlarini vızzt diye koca anaforlar enerjisine bindiren bir teknoloji.
Heidegger 1940’larda teknoloji üzerine yazdığı yazılarda, teknoloji 17. yy’dan beri teorik ve pratik alanda öyle bir gelişti ki insan varlığını kendine soğuran özü nedeniyle insanlar için esası unutturtacak/kaybettirecek bir tehdit haline geldi, diyor.
O zamanlar daha bilgisayar denen fiziksel şeyin esamisi bile okunmuyordu. Biçare Heidegger teknolojinin anlamı ve dönüştürücülüğü üzerine fikirlerini anlatırken bile bilgi teknolojilerinden bahsedememişti. Kendine mecaz diye, örnek diye kaltaban hidroelektrik santralini seçmişti.
![tcsj7997-1353301647](https://hulusicinar.wordpress.com/wp-content/uploads/2015/07/tcsj7997-1353301647.jpg?w=300&h=175)
Özetle şunu söyledi Heidegger: teknoloji ile teknolojinin özü birbirinden farklı şeylerdir, yani alete edevata bakarak, şöyle güçlü, bu işi şu kadar yapıyor filan diyerek teknoloji olgusunun insan varlığıyla nasıl etkileştiğini anlayamayız.
Teknolojinin özü, nesneleri öylesine olma halinden çıkarıp, bir ‘hazır’ veya ‘yedek’ konumuna getirir. Her şey bir işlenip dağıtılan, yayılıp, tekrar toplanıp tekrar dağıtılan hazırlar/yedekler haline dönüşür.
Artık bir nesne, olma istikrarı silinmiş, yani bir şeyin “bir şey” olması durumu ortadan kalkmış, hal sürecin içinde erimiş, her şey bir sonraki aşamaya malzeme oluşturacak bir yedek, bir hazırlık haline gelmiştir.
Heidegger’in korkusu, ‘doğanın efendisi’, ‘teknolojinin yaratıcısı’ filan gibi lanse edilen, algılanan insanın da bu akibete uğramasıdır. Bu soruna işaret edip çözüm olarak insanın asıl özünü unutmamasını, hep hatırlamasını diler.
Teknolojinin pençeleriyle uğraşmak ancak insanın dünya üzerindeki duruşunu şiirsel bir ayara getirmesiyle mümkündür.
V. Kaygı
Lafı evire çevire demek istediğim o ki, Arafiyan gibi sanal bir ortam pek de hafife alınacak bir olgu değildir.
Arafiyan platformu, burada anlatılmak istenen şeyler için yalnızca bir örnektir. Daha doğrusu bana bu fikirlerin çogunu Arafiyan ortamı ilham etti, o yüzden bu ortamı örneklerimin, konumun göbeğine oturtmak zorunda hissettim. Yoksa burada söylenmek istenen daha da genellenip sanal gerçeklik ve iletişimle ilgili başka modalitelere de uyarlanabilir.
Dünyada bir takım cemaatlerin içinde yer alıyoruz, pek çok topluluğun üyesiyiz. Bu ortamlarda hal ve hareketlerimizin, niyet ve amellerimizin tecelli etmesi belli bir dile bağlıdır. Bu dil o kadar ilklere götürülebilir ki, bir odaya girip, sandalyeye yönelip, belli bir hizaya gelince arkanı dönüp, çömüp sandalyeye oturmanın bile başli başına bir dil olduğundan söz edilebilir.
Bu dil(ler)in grameri ve vokabuleri, zamansal, biyolojik ve uzamsal filtrelerle kısıtlanır.
Zamansal kısıtlayıcılar altına zamanı saymak/belleyebilmek, bitimlilik (fanilik), devirlilik (günler, mevsimler, yaş devirleri vd) başlıkları konabilir.
Biyolojik kısıtlayıcılar derken gövdesellik, optimal ayarlılık, bilinçlilik gibi başlıkları düşünebiliriz.
Uzamsal kısıtlayıcılar için şimdilik yalnızca gezegenselliği sayalım.
Aslında hedefim, şu yukardaki gibi genellemeler, listeler vırt cırt ile bir totalite anlatmak değil.
Dünyeviliğimizin resmine dair bir fikir vermek istedim.
Asıl söylemek istediğim şey şu: yüksek teknolojiler ile yeni ortaya çıkan ortamlar, cemaatler, menziller, mesafeler, diyarlar vs vs her neyse, hala bugüne kadar bildiğimiz, içerisinde bir elimiz yağda bir elimiz balda yaşayageldiğimiz yaşlı DÜNYA’nın içindedirler, ondan farklı, dışında değildirler.
Ama, ‘dünya’ ne?
‘1920’ler’ bir şey, ‘köylünün dünyasi’ başka bir şey, ‘çocuğun gözü’ bambaşka bir şey, ‘ortaçağ’ bir başka, ‘pleistocene dönem’ bir türlü, ‘metropol hayatı’ şöyle, ‘dağ patikalarında keçi sürüleri gütmek’ böyle, bu böyle uzayıp gider.
Sanallığı yaratan teknoloji bütün bu dünyalari bir ekrandan foşşt diye zihnimize çarpıp bizi de içine cekerek Heidegger’in korktugu KİMYASALLAŞMA sürecine sokuyor insanı.
Kimyasal bir tepkime denkleminin basit, ‘ reaktanlar–> ürünler’ belirleniminden çıkmayı istemek bir sorun mu, bilmiyorum. Yani beni o kadar da geren bir şey değil bu. Hatta belki de canlılığın türeyişine yol açan primordial çorba benzeri bir şey olusuyor Enformasyon Otobanlarinda (muhtemelen ‘enformasyon otobanı’ da lüzumundan fazla tertipli bir ifade). Ancak, ben sade bir insan olarak, günümü, mevsimimi, sevgimi, durağanlığımı vs her ne varsa gündeliğimde, bunları yaşamak isterim.
Bir sanal ortam da olsa bu yer.
Ama belki de bu istemim şimdilik bir direnç, ne de olsa ben bu ortamlarla, yüksek teknolojiyle, enformasyon otobanlarıyla büyümedim.
(Muhtemelen) beynim kireçlendikten sonra bunlara maruz kaldım.
VI. Yakınlık
Ne dedim şimdiye kadar? Önce sanal ortamın antitelerinin bana seslenişinden söz ettim.
Ardından, bu seslerle temas kurduğumu, etkileştiğimi ve böyle yapmayı arzuladığımı anlattım. Bu arzunun kökeninde Eros’un yattığını iddia ettim.
Sonra, teknolojinin özüne dair bir halin Eros’un gücünü egale edip onu boyunduruğuna alacak bir tehdit taşıdığından bahsettim.
En sonra da, insanın dünya üzerindeki konumuna işaret edip, teknoloji sayesinde genişleyen dünyanın insan üzerindeki başedilmesi zor dönüştürücülüğünden konuştum. İnsanın dünya üzerindeki varoluşunun kısıtlamalarından dem vurdum ve de insanın kendini yitirmeden sanal ortama geçebilmesi, bu kısıtlamalari o yerde yeniden bulmasıyla mümkün olabilir mi sorusunu sorduracak bir tartışma yaptım.
Yanılmıyorsam Vatikan’daki Sistin Şapel’in tavanında şöyle bir resim var: Adem dünyaya düşmüş,ezik ve yaralı, resmin sol altında boynunu büküp ardına yaslanmış, kendine gelmeye çalışıyor. Sağ üstte, Tanrı Baba elini uzatmış, işaret parmağıyla Adem’e erişmeye çalışıyor. Adem de uzanan müşfikliğe erişmek istiyor, o da elini uzatmis, Tanrı’nın elini yakalamak istiyor. Her iki yandan işaret parmaklari birbirine yaklaşmış, değdi değecekler.
![Painting on ceiling of the Sistine Chapel.](https://hulusicinar.wordpress.com/wp-content/uploads/2015/07/o-sistine-chapel-facebook.jpg?w=300&h=150)
Painting on ceiling of the Sistine Chapel.
Her halde bundan güzel tasvir edilemezdi iletişim çabasının altında yatan bazı sorunlar, bu çabanın uçuculuğu, kırılganlığı, ve altta yatan duygular.
Başta kullandığım edepsiz örneğime dönersem, Lecter ile Ajan Starling bir ara bir dosya değiştokuşu yaparlar. Lecter dosyayı Starling’e tam veriyorken, eline şöyle kısaca dokunur. Starling ürperir, yoğun bir an yaşar.
Aralarındaki tek fiziksel temas budur.
![silence-of-the-lambs-1](https://hulusicinar.wordpress.com/wp-content/uploads/2015/07/silence-of-the-lambs-1.gif?w=300&h=161)
Sevgili Arafiyan, insanin YAKINI onun icin en, en değerli bölgedir ve iletişim burada cereyan eder. Ve sen beni dikkate alıyor, beni umursuyorsan, benim silinip gitmememi, hep hatırlanmami diliyorsan, bu bölgeye kolayca erişebildiğini bilmeni isterim.
Gerisi sana kalmis.
Etiketler:arafiyan, deneme, eros, essay, felsefe, hannibal lecter, heidegger, iletişim, internet, internet tarihi, sistin şapel, sosyal medya, technology, teknoloji