Tag Archives: deneme

HER SOFRADA VAR, ÜZERİNE YEMEK KİTABI YOK!

6 Nis

0 Musluktan Akan Su

 

Şaşırmamalıyız, bu şey su!

Hiç şöyle bir tarif gördünüz mü?

TAZE SU. Malzeme: Bir bardak, mutfak lavabosu, musluk. Bulaşık makinasından bardak alınır. Musluk açılır, bir miktar akıtılıp, sıvının soğuması beklenir. Bardak musluk çeşmesi altına tutulur, taşmadan dolması beklenir. Musluk kapatılır. Arzuya göre ağıza götürülür, kana kana içilir. Ölmüşlerinizin canına değsin!

Lafa gerek yok, di mi, tarif değerli 🙂 .

Susamış birisine soğuk su ikram etsen, özel bir teşekkürü bile var: su gibi aziz ol!

Suyu temin etmek için çiftçi gibi ekip biçmiyoruz, o kendiliğinden ürüyor, ama bir kaynak olarak garantilemek için onu çoban gibi güdüyoruz.

Barajlar, depolar, dağıtım şebekeleri, sıhhi tesisatlar.

Bedenimizin yüzde yetmişinin su olduğunu düşünürseniz, canımızın dirliği ve devamlılığı için suyu güvenilir bir şekilde temin etmemiz elzem olur (1).

Musluğumuzdan akıyor, hep akacak diye umuyoruz.

Miktarı ve temizliği çok mühim.

Ama sahte bir güvene de kapılmayalım.

Bugün dünyada neredeyse 4 milyar insanın yılda en az bir ay temiz su kaynaklarına erişiminde sıkıntı olabileceği söyleniyor (2).

 

1 Epicurus Tetrapharmakos

 

Öyleyse temel derdimiz ne, su bol olmalı, erişim de kolay olmalı.

Bırakalım sağlığı, mutluluk ve huzurumuzun ana koşullarından birisidir bu.

Hellenistik dönem filozofu Epikurus (MÖ 341–270) dörtlü reçete (tetrapharmakos) isimli formülünün üçüncü bendinde bu ilkeyi şahane özetler (3,4):

tanrılardan korkma.
ölümden kaygılanma.
iyi bol olsun, eldesi kolay olsun.
zor, olacaksa, katlanılır olsun.

Epikurus felsefesinin ana amacı insanı sıkıntısızlığa (ataraksiya) ulaştırmaktır.

Dörtlü reçeteyi harfiyen takip eden biri kendini ızdırapsız ve sıkıntısız bir halde bulur.

Bu, huzur için yeterlidir

Mutlu olmak için bir bardak temiz sudan başka ne gerekir?

 

3 Beş Şehir Kitap Kapağı

 

Su deyip geçmeyin, aslında her çeşmeden insanı tiryakiliğe sevkedecek bir cevher akıyor.

İzmir’in Şaşal’ı, Eskişehir’in Kalabak Suyu, Kızılay’ın Maden Suyu, hangi diyara varsanız bir Su Kitabı’a konu olacak sularla karşılaşırsınız.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir isimli kitabının İstanbul bölümüne, çocukluğunda tanıdığı yaşlı bir kadından söz ederek başlar (5).

Bir Arabistan şehrinde yaşayan bu kadın, sık sık hastalanır ve ateşi yükselince İstanbul sularını özel adlarıyla sayıklar:

-Çırçır, Karakulak, Şifa Suyu, Hünkar Suyu, Taşdelen, Sırmakeş…

Damadı, bu su isimlerinin aslında ilaç olduğunu, kadını iyileştirdiğini söyler.

 

4 Mouse-water

 

Kaynağıdır, teminidir, iktisadıdır, çeşididir iyi anladık, da, eninde sonunda yavan bir tad değil mi bu su diyebilirsiniz.

Doğrudur, “sade suya tirit“ diye özelliksiz, lezzetsiz yemeği anlatan deyimimiz bile vardır.

Tad fizyolojisinde temel tadların tatlı, acı, tuzlu, ekşi ve umami diye sınıflanması kabul görür.

Ağız ve dilde bu temel tadların kodlanmasına esas olduğu düşünülen moleküler reseptörler ve özelleşmiş dokular hakkında iyi bir fikrimiz var.

Ancak suyun özellikle ağızda algılanmasına dair fizyolojik bilgiler yakın zamanlara kadar karanlıktaydı.

Meyve sineği gibi omurgasız canlılarda su reseptörleri konusu biliniyordu, ama omurgalı canlılar ve özellikle memelilerde suyun organizmaya alınmasının nasıl düzenlendiği konusundaki bilgiler eksikti.

Bir kaç yıl önce Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nden bir laboratuvar, fare dilinde su algısının nasıl kodlandığına dair tad tomurcuklarının hücresel mimarisine dayanan bir mekanizma buldular (6).

Basitçe söylersek, tad tomurcukları içinde ekşilik algısını saptayan ve ileten hücreler, aynı zamanda ağıza su girdiğinde onu da algılayıp bu bilgiyi sinirler vasıtasıyla merkezi sinir sistemine iletmektedir.

Burak Akkul Su Composite

Elbette vücudumuzda böyle bir düzeneğin bulunması hiç şaşırtıcı değildir.

Burak Akkul Covid-19 nedeniyle uzun bir süre yoğun bakımda uyutulduktan sonra, iyileşme sürecinde suyun bile tadını alamadığından yakınıyor ve ağzının tadının yerine gelmesini ” bu büyük bir mutluluk tabii” diye ifade ediyor.

 

Notlar:

1. Şu linkten Guyton ve Hall’un Tıbbi Fizyoloji Ders Kitabı’nın (Textbook of Medical Physiology) 12. edisyonunu (İngilizce, 2011) indirebilirsiniz. Kitapta 25. bölüm vücut sıvı kompartmanları başlığıyla su ve beden fizyolojisini anlatıyor. https://www.researchgate.net/publication/330486384_Guyton_and_Hall_Textbook_of_Medical_Physiology_-_12th-Ed

2. Mekonnen and Hoekstra, Four billion people facing severe water scarcity, Sci. Adv. 2016;2:e1500323, 12 February 2016. https://advances.sciencemag.org/content/2/2/e1500323/tab-pdf

3. Epikurus için şu kaynaktaki sayfaları içiniz, pardon, inceleyiniz 🙂 : https://eksisozluk.com/epikouros–927257

4. Karl Marks Demokritusçu ve Epikurusçu doğa felsefelerinin kıyaslanması üzerine bir doktora tezi yazmıştır https://www.marxists.org/archive/marx/works/1841/dr-theses/index.htm

5. Bu sayıklamalar çocuk Tanpınar’ın imgeleminde uyarıcı bir etki yapar: “Dört yanımı su sesleriyle, gümüş tas ve billur kadeh şıkırtılarıyla, güvercin uçuşlarıyla dolu sanırdım. Bazan hayalim daha müşahhas olur, bu sayıklamanın tenime geçirdiği ürperişler arasında, tanıdığım İstanbul sebillerini, siyah, ıslak tulumlarından yağlı bir serinlik vehmi sızan sakaları, üstündeki salkım ağacı yüzünden her bahar taze bir gelin edası kazanan mahallemizin küçük ve fakir süslü çeşmesini görür gibi olurdum.“ Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınları 674, İstanbul, Mayıs 2016 (İlk Basım 1946).

6. Zocchi et al, The Cellular Mechanism for Water Detection in the Mammalian Taste System, Nat Neurosci. 2017 Jul;20(7):927-933. doi: 10.1038/nn.4575. Epub 2017 May 29.

 

 

 

 

KEMALETTİN TUĞCU VE YEMEK

27 Haz

1 Mor Soğan

-Pazardan mor soğan alıp bir deneyelim, dedi annem.

Kemalettin Tuğcu’nun bir romanının kahramanı dede, ‘salataya en çok bu bu soğan yakışır’, demişti çünkü.

İlkokullu bıdık bir oğlandım.

Annem Teksas-Tommiks veya Cep Foto okumama kızardı ama Milliyet Çocuk serisi ve Kemalettin Tuğcu romanlarına ses çıkarmaz, hatta onları bizle beraber okurdu.

Mor soğanı denedik ve sevinçle salatanın bir başka olduğunu gördük.

 

2 Kemalettin Tuğcu Romanları

Pekala, dedim, madem mor soğanı okuruna bu kadar güzel anlatmış ve onu etkilemiş, acaba yemek ve mutfak üzerine daha neler yazmış Kemalettin Tuğcu?

Yeğeni Nemika Tuğcu’nun yazdığı biyografiye göre (Sırça Köşkün Masalcısı, Can Yayınları, 2004) yazarın kaleminden basılan en az 304 tane çocuk romanı var.

Vira Bismillah deyip bu romanların içinden 18’ini taradım.

Bunların içinden uygun gördüğüm on tanesini yemek ve mutfak konusundaki içeriğe dikkat vererek okudum (yukardaki fotoğrafta görülenler).

 

3 Kemalettin Tuğcu

1902’de doğup 1996’da ölen inanılmaz üretken yazar Kemalettin Tuğcu, olağandışı tarihsel dönüşümlerin yaşandığı bir coğrafyada yaşayan her kesimden insanın, ama özellikle gariban ve kimsesiz çocukların, hayat mücadelesini anlatmış.

Hesaplarıma göre bütün basılı roman külliyatının yaklaşık % 6’lık bir dilimini incelemiş bulunuyorum (18/304).

Kanaatim o ki Kemalettin Tuğcu romanları yemek ve mutfak konusunda zengin bir maden.

Çünkü o okuduğum on romanın içinde yemek menüleri mi aramazsın, yemek tarifleri, gurme eleştiriler, yemek üzerine kavramlar ve hatta yemek rejimleri mi aramazsın, hepsi var!

 

4 Kemalettin Tuğcu Yazısı.006

Bekçi Baba romanında (Kurtuluş Yayınevi, 1977) seksenini geçmiş, babayiğit yapılı bekçi emeklisi Osman Hızır kurban kavurmasını Mustafa Cemil beye şöyle anlatıyor:

— Komşular sağ olsunlar. Allah kabul etsin. Şe­ker bayramında bu kulübe şekerci dükkânına, Kurban bayramında da kasap dükkânına döner. Şekerleri ço­luk çocuk, gide gele bitirir. Ama et dayanmaz. Bende­niz bütün etleri parçalar kavurur, gaz tenekesine, çöm­leğe basarım. Üzerine erimiş yağ da koydum mu, Al­lah sizi inandırsın senesine kadar dayanır (s. 62).

Bekçi Baba bu sözleri Ahmet Cemil beyin şu ifadesi üzerine söylemiştir:

— Ben umduğumdan daha fazlasını buldum, dedi. İnanın bana, ben bugüne kadar kurban kavurması ye­memiştim. Nereden yiyeceğim, lokantalarda yapmazlar bunu. Yapsalar da beceremezler (s. 61).

Kurban kavurmasını hazırlama incelikleri ve kalitesi hakkında da Bekçi Baba şu değerlendirmede bulunur:

— Haklısınız bey, dedi. Bu lokanta işi değil. Hem her ev kadını da yapamaz. Kurban etini doğraması bile bilgi ister. Eh bunca yıl bu işleri yaptık. Eskiden ben­deniz çok kurban keserdim Yaşlandıkça içime bir acıma duygusu geldi (s. 62).

Kurban kavurmasının saklanmasına ilişkin tarif Hırdavatçı Dede romanının (Erdem Yayınevi, 1991) ana kahramanı hırdavat dükkanı sahibi Tahir Baba tarafından da örneklenir:

Tahir Baba arada bir kalkıyor, tencerede pi­şen kavurmalara bakıyor, olanları bir tenekeye koyuyordu.

Teneke dolunca kuyrukyağını eritti ve tene­kenin üstüne boşalttı.

Tenekeyi bir tarafa kaldırdı (s. 43).

Bekçi Baba romanına geri dönersek  Mustafa Cemil’e kurban kavurması üzerine tatlı olarak sütlaç ikram edilir:

Kavurmadan sonra Ahmet Cemil bey (domatesli) pilavı yiye­medi ama sütlacı çok beyendi. Daha bir kaşık alır al­maz:

— Bunda da bir başkalık var Bekçibaba, dedi. Çok hoş.

Bekçibaba:

— Tanıdık bir sütçü var, dedi. Ara sıra bana ko­yun sütü getirir. Bu süt koyu olur. Ben biraz da süt­lacı dibine tuttururum. Bir iki damla da gülsuyu dam­latınca iş başkalaşır (s. 62).

Tamam, burada soluklanalım.

Kurban kavurması ve sütlaç üzerine alıntıladığım kısımlara bakarak, yemek ve mutfak üzerine eşsiz bir gözlemci ve ağız tadını en küçük inceliklerine kadar bilip nakleden bir edebiyat ustası karşısında olduğumuz konusunda hem fikir miyiz?

5 Lakerda

Söz tariflerden açılmışken Küçük Balıkçı romanında (Kurtuluş Yayınevi, 1980) verilen lakerda tarifini alıntılayalım (s.29):

Halit Efendi torik ve palamut balıklarından lakerda da yapıyordu. Ama dükkanı küçük olduğu için bunlardan az yapabiliyor ve tenekelere basarak arkadaki küçük aralıkta saklıyordu.

Bir iki kendisine yardım etmem için beni çağırmıştı. Ben de kollarımı sıvadım, dilim dilim kesilmiş balıkların kılçıklarındaki sinirleri bir tığın ucu ile çıkardım. Kanları iyice çıkıp yıkama suyu bembeyaz olucaya kadar çalkaladım kuruladık, sonra bir kat tuz, bir kat balık dilimleri olarak tenekelere sıkı sıkı istif edip en üstüne tertemiz bir mermertaş kapattık. Bu taş, balıkları hem bastırıyor, hem de kapak yerine geçiyordu.

Halit Usta bu tenekelerdeki mermerleri kaldırtır ve balıkların salıverdikleri köpük gibi yağları aldırtıp atardı. Bu işi bana bir kaç defa yaptırdı.

Sonunda Halit Usta Kenan’a:

-Kenan, dedi. param pulum yok ki senin geçimine yardım edeyim. İşte sana lakerdacılığı öğrettim. kendi kendine yapabilirsin. Bir balıkçının bunu bilmesi gerekir. Bu işten para da kazanılır hani!

6 Kemalettin Tuğcu Yazısı.008

Küçük Balıkçı romanı ana babası ölmüş iki çocuğun, Kenan ve Nazife’nin, Üsküdar sahilinde olduğunu tahmin ettiğim bir balıkçı köyündeki hayat mücadelesini anlatıyor.

Romanda İstanbul Boğazı balıkçılık kültürü ve adabı doğal ve sade bir dille resmedilmiş.

Boğazda tutulan balık çeşitlerinden tutun da, balığın nasıl avlandığına, balıkçıların ve ailelerinin sosyal dayanışmasından, balık ve deniz ürünlerinden yapılan yemeklere, popüler ve aranan deniz ürünü çeşitlerinden, balıkçılıkta kullanılan malzemelere kadar bir çok ayrıntıyı sevinçle saptadım.

Bakın Kemalettin Tuğcu bir balıkçıyı nasıl tanımlıyor:

Halit Efendi midye dolmasını çok seviyordu. O balıkçıydı ama balık tutucusu değil, balık satıcısıydı. Balıkların her cinsini çok iyi bilirdi (s. 29).

Balıkçı olunca insanın suları, anafor suları, akıntıyı iyi bilmesi ve balığın suyun altında nerede yattığını, hangi kanaldan akıp gittiğini bilmesi lazım (s. 6-7).

7 Çevalye Gerdel

Balığı tuttuktan sonra sunmak veya saklamak için kullanılan gereçlerden çevalye ve gerdel terimini Küçük Balıkçı romanından öğrendim.

Yukardaki fotoğrafta bu gereçler görülüyor.

Gerdel, metal çemberlerle sabitlenmiş bir çeşit tahta kova.

Çevalye için Ahmet Yüksel Özemre Üsküdar Ah Üsküdar isimli kitabında şöyle diyor:

Çevalye (çavalya yahut çavela da denir): balıkçıların balıkları muntazam bir şekilde dizip sergilemek üzere kullandıkları, çapı bir metreden biraz fazla, beş parmak kalınlığındaki dik kenarının bir ya da bir buçuk karışlık bir kısmı, tazeliklerini korumak için ara ara deniz suyu ile sulanan balıkların suyunun dışarı akması için eksik olan, tahtadan dairesel tepsiye delalet eden ama etimolojisi bilinmeyen bir terim. Çevalyeler, balıkçı dükkanlarında, suyun rahat akması için yatay değil 10-15 derecelik bir eğim ile dizilirlerdi. Bu kelimenin etimolojisi bilinmemektedir. (dipnot 88, s. 53)

Bu kelimenin etimolojisine dair Ekşi Sözlük’te rastladığım bir not çevalye’nin İtalyanca’dan gelme olduğunu söylüyor.

İstanbul geçmiş halklarından Venedikliler ve Cenevizlileri düşününce bunun doğru olabileceğini düşündüm, ama Ekşi Sözlük’te yer alan bu bilgiyi otoriter kaynaklardan henüz teyit edemedim.

Araştırmalarım sırasında karşılaştığım bir başka ilginçliği de aktarmadan geçmeyeyim.

Özemre’nin kitabında Üsküdar’ın Balıkçıları ve “Balık Satıcıları” diye bir bölüm var.

Burada Üsküdar balıkçıları arasında önde gelen bir şahsiyet olarak Salih (Celiksu) Reis’ten bahsediliyor (s. 257).

Tuğcu’nun Küçük Balıkçı romanında da balıkçı reisi, kimsesiz babası Salih Reis diye bir karakter var.

Bu karakter bir kurgu mu yoksa hakiki bir şahıstan ilham mı, bilemiyorum.

Ancak bu kısacık, anekdotal inceleme bile Tuğcu romanlarının bir çok açıdan yapılacak araştırmalar için nasıl zengin bir kaynak olduğunu bana kuvvetle hissettirdi.

Bugün Üsküdar semtinde bir sokak Kemalettin Tuğcu adını taşıyor.

8 Kaşarlı Makarna

Makarna, öyle şehriye gibi incecik, sümüklüböcek kabuğu gibi kıvrım kıvrım olmayacak, ortası delikli, pişince kurşun kalem kalınlığında olacak. Buna rendelenmiş kaşar peyniri serpilince artık tadından yenmez olur (Ateş Böcekleri, Ünlü Yayınevi, 1985, s. 6)

Makarna tarifi böyle verilince bu ortası delikli, kalın makarna İtalya’nın hangi yöresindendir, araştırdım.

Malumunuz makarna çeşitleri bakımından İtalya’nın her yöresinde oraya özgü makarnalar var.

Bu çeşitler ve onlardan yapılan yemekler cilt cilt kitaplar dolduruyor.

İtalya’nın kuzeyinde şerit şeklinde makarnalar hakimken, kalın ve delikli makarnayı güneyde görüyoruz.

Fotoğrafta Bucatini ve Macaroni diye adlandırılan makarnalarla yapılmış, domates veya peynir soslu yemekler var.

Yanlış aklımda kalmadıysa çocukluğumda ortası delikli uzun veya kısa makarnayla yapılan yapılan yemeğe düdük makarna derdik.

Ben domates ve peynir yanısıra kıymalı soğanlı makarnayı da severdim.

Yine Ateş Böcekleri romanının anlatıcısı ana kahraman kimsesiz kız Bilge, İstanbul’dan köy yerine taşınmak zorunda kaldığında, yanına sığındığı aileye  yaptığı güzel yemeklerle kendini gösterir.

Bilge yaptığı un çorbası ve ona dair beğeniyi şöyle anlatıyor:

Yemeklerin fazla çeşidi yoktu. Çorba muhakkak bulunuyordu. Buna ben de alışmıştım. Çay yerine sabahleyin bir un çorbası içiyordum. Ama bu çorbayı ben yaptığım zaman yumurta ile terbiye de yapardım. Şerif Efendi:

-Bilge, diyordu. Bu çorbaya senin elin değmiş. ne yaptın buna.

Ben işe el koyduktan sonra herkes kendi tabağında yemeğe başlamıştı (s. 43).

9 Kemalettin Tuğcu Yazısı.013

Yalnızca yemek ve malzeme çeşitlerini tasvir etmekle yetinmez Kemalettin Tuğcu, mutfak rejimlerini de neredeyse bir kuruluş tanıtırcasına ustalıkla hayatın içinden anlatır.

Kuklacı romanında (Damla Yayınevi, 1983) eve gelip yemek bulamayan Recai beyin şikayetine bakalım.

Zümrüt Apartmanının sahibi Recai bey karısı, çocukları, onların eşleri ve bir torunuyla beraber apartmanının geniş bir dairesinde yaşamaktadır.

Durumları hayli iyidir.

Evde yatılı kalan köy kükenli Fatma hanım ailenin yemek ve bakım işleriyle meşgul olmaktadır.

Bir ikindin vakti eve gelen Recai bey:

-Fatma, dedi. ben acıktım, ne vereceksin bana?
Kadın:
-Ne vereyim, dedi, peynir, ekmek, zeytin.
-Yumurta yok mu?
-Vardı ama, Yıldız okuldan gelince acıkmış, onlar istedi. Ona iki yumurta kırdım.
-Peki, bu fasulye piyazının üzerindeki yumurtalar neyin nesi?
-… Calibe Hanım iki yumurta haşlamamı söyledi.
-Aman ne güzel! Bugün başka yemek pişmedi mi? Millet ne yiyecek?
Haşlama et, pilav, karnıyarık var. yarım saate kadar hazır olur (s. 8).

Karın acıkınca açlığı gidermek için hemen hazır olan yemeğin peynir, ekmek, zeytin diye tanımlanmasını not edelim.

Ve akşam yemeği menüsünün de haşlama et, pilav, karnıyarık olarak verilmesine dikkat edelim.

Roman Recai beyin varoluşsal sıkıntısı etrafına kurgulandığı için onu bir kaç sayfa sonra torunu Yıldız’a yakınırken buluruz:

-Kafalar düzelmeyince bu iş düzelmez kızım, dedi. Önce kafaları düzeltmek lazım. Eve geliyorum. İçim bayılıyor, yiyecek arıyorum, bu an iki daireli apartmanın sahibi Recai Efendi’ye peynir ekmekle zeytinden başka bir şey yok. Piyazı üstüne iki yumurta haşlanmış, onlara dokunulmaz. Çünkü damat bey için hazırlanmış (s. 10).

Aynı tartışmanın diğer kahramanlar ağzından sürdürülmesini takip edersek bu kez Recai beyin oğlu Bedri’nin hayırsız damat Hayri beyi eleştirdiğini görürüz:

-Enişte! Artık yemeğini dışarıda ye. Burası lokanta değil. Her gün Fatma kadına yemek ısmarlamak yok. Yok kuzu pirzolası, yok biftek, yok soğanlı yahni… Oh, ne ala memleket! Yalnız sen mi? Biz de öyle. Paşa gönlümüz ne isterse onu ısmarlıyoruz. Bu ailede önüne ne konursa onu yiyen, yemek seçmeyen bir adam varsa o da babam (s. 15).

Hayri bey altta kalmaz tabii:

-Ben canım neyi isterse onu yerim Bedri, dedi.
Bedri Bey:
Tamam, dedi, Öyle yap. Yarınki listeyi öğrenmek ister misin? Bol biberli kuru fasulye, pirinç pilavı, karpuz.
-Desene artık asker ocağına döndü burası. Karavana yiyeceğiz.
-Yiyelim de bin şükredelim. Öbür gün için etli nohut, kaşarlı makarna, taze kayısı. Ama bol bol hıyar sövüş, kıvırcık salata da var (s. 16).

E ben burada Bedri beyin eleştirdiği eniştesinin önüne koyduğu ‘bol hıyar sövüş’ ifadesi üzerine koptum elbette 🙂 .

Dilin incelikli kullanımı ancak bu kadar olur.

Ama bu asker karavanası terimi üzerinde duralım.

Basit kahvaltı ile akşam ziyafeti hiyerarşisi arasında doyuruculuğu, düzeni ve kurumsallığı çağrıştıran bir yemek düzeninden söz ediyor yazar.

İstanbul Sokakları romanında (Kurtuluş Yayınevi, 1977) çocuk kahramanlardan köylü Ömer’in daha önceden geçim sıkıntısını bertaraf etme hayaliyle köyünü bırakıp İstanbul’a gelen ama tutunamayıp perişan olan babası Hasan Dayı’ya şunu söylediğini okuyoruz:

-Baba, burda asker garavanası gibi yimek pişiyor. Bulgurundan, fasulyesinden, patatesine, etli yemeğine kadar hepsi var. Önüne koydukları has ekmekten yi yiyebilidiğin kadar. Kimse saymaz lokmanı. Bakarlar tabağın boşalmış, yapışırlar kepçeye: ‘Ağa uzat tabağını’, derler. Yersin içersin, bakarlar gözüne aç kalmasın diye (s. 54).

Ömer aslında İlyas Balıkçı isimli baş kahramanın yanına sığınmış üç muhtaç çocuktan biridir ve terkedilmiş bir bekçi barakasına sığınmış bu toplama ailenin yüzüne talih gülmüştür.

Arsaya bir aparman inşa edilecektir, otuz kadar işçi için bir şantiye ve mutfak kurulmuştur.

Yemekleri İlyas Balıkçı yapar.

Hasan Dayı uzun zaman açlık ve perişanlık çektiği için beslenmesi gerekir:

Önüne bir tabak etli patates, yarım ekmek koydular. Yedi, pilavı da kaşıkladı (…) Sonra oğlu ona akşam yemeğini verdi. Cızbız köfte, pilav, iki salkım üzüm (s. 51).

Bakımla Hasan Dayı giderek iyileşir:

Şimdi yediğini. içtiğini seviyordu. Öpmek nedir bilmeyen adam ekmeği kokluyor ve içinden gelerek, kundaklı bir çocuğu korkarak öper gibi öpüyordu (s. 76).

Hem dokunaklı, hem umut verici değil mi?

10 Kemalettin Tuğcu Yazısı.014

Kuşkusuz bu aş, yani Kemalettin Tuğcu ve Yemek konusu, daha çok su kaldırır.

Kemalettin Tuğcu toplumun bütün sınıflarını ve katmanlarını konu edinmiş.

Yemek ve Mutfak odaklı bakarsak sosyokültürel değişim perspektifinden gıda yeterliliği kavramına, iç göç olgusundan yemek felsefe ve siyasetine, ansiklopedik yerel mutfak bilgisinden yemek dilbilimine kadar pek çok açıdan çözümleme ve değerlendirme mümkün kanımca.

1970-75 arası ilkokulluydum.

Anneme sordum mor soğanı hangi romanda gördüydük diye.

O Bizim Mahallenin Çocukları romanı diye hatırlıyor.

Bilmiyorum, o romana şu an erişimim yok, doğru mu, mor soğan orada mı?

KAVGA VE DÜZEN

18 Nis

1 Grafik

Ekrem İmamoğlu 17 Nisan 2019 günü İstanbul İl Seçim Kuruluna giderek mazbatasını aldı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu.

Mazbata 31 Mart 2019 Mahalli Seçimleri sonrasında sayılan oyların il düzeyinde birleştirildiği tutanağa dayanarak yazılan bir belge.

İmamoğlu rakibi Binali Yıldırım’dan 13.729  fazla oy almış.

Yukarıda her iki adayın aldıkları oyları grafikle göstermeye çalıştım.

Görülen iki yeşil cubuk İmamoğlu’nun 4.169.765 oyuna karşılık Yıldırım’ın 4.156.036 oyunu temsil ediyor.

Grafiğin y ekseni 0 ile 5.000.000 arasını göstermek üzere ayarlandı.

Her iki rakibe verilen toplam oy 8.325.801 kişilik bir siyasi gövdeye işaret ediyor ve grafikteki çubukların birbirine göre durumuna bakarsak bu beden neredeyse ortasından ikiye bölünmüş bir görünüm arz ediyor.

Çubukların altındaki resimde kardeş kardeş yan yana duran iki aday kendilerine ait oy çubuklarını işaret ediyor, yani İmamoğlu’nun tepesindeki çubuk onun oy oranını gösteriyor.

Yalnızca grafiğe bakarak bu iki yarışmacıdan birini nasıl seçtik ben algılayamadım.

Doğru, fark onbinler seviyesinde ve seçim mantığına göre 1 oyluk farkın seçilmeye yettiğini biliyorum, ama çubuklar niye birbirinin aynı görünüyor?

2 Weber-Fechner_law_demo_-_dots

Psikolojik algı ile maddi gerçeklik arasındaki bağıntıları inceleyen psikofizik alanına merak salarsanız size ilk derste Weber-Fechner kanununu (1860) öğretirler.

Maddi gerçeklikteki bir farkı belli bir noktadan sonra fark edemeyebiliriz.

Örneğin, yukarıdaki resime bakarsak, soldaki 10 noktalık ve 20 noktalık kareler arasındaki fark 10 nokta, sağdaki 110 noktalık ve 120 noktalık kareler arasındaki fark da 10. Soldaki karelere bakınca hangisinde 10 nokta daha fazla var kolaylıkla teşhis edebiliyoruz, ama sağdaki iki kareyi kıyaslayınca arada 10 nokta fark olmasına rağmen fazlalık olan hangisidir üzerine yazılmasa ilk bakışta bilmek güç.

5 604px-Cain_kills_Abel

İstanbul seçim sonuçlarındaki siyasi gerçekliğin altında nasıl bir efsane yatıyor diye düşündüm.

İki rakip takım birbirleriyle kıran kırana güreşmiş ve 17 gün sonunda bir hakem bir tarafın sayıyla kazandığına karar vermiş.

İki kardeşin, Habil’le Kabil’in, kavgası aradığım anahtar olabilir mi?

Hani şu çiftçi Kabil’in çoban Habil’i öldürme vakası.

Elbette 21. yüzyıl koşullarında cereyan eden bir seçim sürecini tarafların birbirini boğazladığı bir kıyımla özdeşleştirmemiz saçma ama altta yatan gerilimi mecazi anlamda bir kardeş katli (fratricide) imiş gibi kurgulayabiliriz.

6 Remus kills Romulus

Düzen başlatıcı bir olgu olması hasebinde bir kardeşin diğerini öldürmesi efsanesi Roma Devletinin kuruluşu için anlatılır.

Dişi bir kurdun beraber emzirip büyüttüğü kardeşlerden Remus, Romulus’u katleder ve tek başına iktidarı kuşanır.

İki liderden birini öne çıkarmak üzere yapılan yarışma birbirine çok yakın oy oranları ile sonlanınca kaçınılmaz bir fratricide sıkıntısı ortaya çıkıyor.

Seçimi bir aday kazanacak (sağ kalacak), diğeri kaybedecektir (ölecektir).

Sonuçta muazzam bir kavga olur, kavganın esası bir adalet arayışıdır, yani kazanan hakkıyla kazansın, kaybeden hakkıyla kaybetsin.

Kavga sürecinin sonunda bir karar verilir, bu karar uzlaşıyı temsil eder.

Bu sürecin tamamına adalet diye itibar edilir, adalet tecelli ettikten sonra bunun üzerine mülk inşa edilebilir.

7 8383_4

Çağan Irmak’ın başyapıtı Mustafa Hakkında Herşey (2004) fratricide hakkında gördüğüm en esaslı filmlerden biri.

Mustafa, bir trafik kazası sonrası ölen karısı Ceren’in aynı arabadan sağ çıkan taksici Fikret ile kendisini aldattığını öğrenince trajik bir öfkeye kapılır, intikam amacıyla Fikret’i öldürmeye kalkışır.

Bütün bu süreçte çocukken yastıkla boğarak öldürdüğü özürlü ağabeyinin hatırası canlanır.

Seferihisar’daki fakir evleri babasızdir.

Mustafa belki kayıp babayı eve geri getirtmek veya kendine olan kısıtlı alakayı bölüşmemek için hasta biraderini hayattan dışarıya iteler.

İmamoğlu’nun takımı ile Yıldırım’ın takımı aynı gemide tayfalık yapıyor.

Beraberce oluşturdukları bütüne baktığımızda kaderleri ve çıkarları  bir birlik görünümü arz ediyor, ancak siyasi gerçeklik bir ikilik yansıtmaktadır.

Kutuplaşma diye yakınılan bu karşıtlık bir hastalık gibi anlaşılır çoğu kez ve rahatsızlık tedavi edilmek istenir.

Bu durum kanımca bir hastalık değil büyük bir enerjinin sıkıştığı bir fay hattıdır.

Daha şekillendirmek gerekirse, batılılaşma/laiklik ve muhafazakarlık/islamcılık takımları arasındaki rekabet aslında Türkiye’nin ana motorudur.

8 Hieros Gamos Bitik Vase

Hitit döneminden kalma vazonun üzerindeki motiflerden biri kutlu evlilik (hieros gamos) üzerine.

Karı koca gerdek halinde karşı karşıya duruyorlar.

Birbirini tamamlayan iki kişi kendileri kalarak birleşiyor.

Ve tabii ki ben kavga etmeyen karı koca duymadım şimdiye kadar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DELİKANLIM YEMEK YAPMAYI ÖĞREN

15 Nis

1 (22)

Yemek yapmayı öğren, çünkü ömrün boyu acıkacaksın, her gün yemek yiyeceksin.

1 Çay

Yemek yapmak kolay, hepimiz yemek yapabiliriz.

1 (3)

Bu bir beceri, hayatta kalmanı sağlar, seni sağlam yapar.

1 (6)

Cemal Süreya kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı der.

1 (7)

Hakikaten, bir saat canım sıkılmasın dersen, sofra bunun tam yeri.

1

Mutluluk ve huzur hepimizin hakkı, hayatın tadını çıkarmak elimizde.

1 (13)

Güzel tadları yavan tadlardan ayırmak elimizde.

1 (21)

Güzel yemek yaptın, al işte sıkıntın gitti.

1 (11)

Yemek yap delikanlım, öğren ve memnun et.

1 (16)

Şunu hiç mi yaşamadın: tek kişilik bir sofra misafirle şenlendi.

1 (14)

Dinle, her yemeği yaparım dersin, ama her şey kolay değil.

1 (9)

Zahmetli yemek hayal kırıklığı yaratabilir.

1 (20)

İlk yapılan güzel olmuyor, ustalık diye bir şey var.

1 (10)

Öyleyse, yemek yapmaya kolayından başla.

1 (12)

Yumurtadan başla, makarnadan, salatadan.

1 (5)

Ve her yemeğe özen göster.

1 (1)

Pişirirken şarkı çığır, zahmet azalıyor.

1 (17)

Tarife kafayı takma, ama tarifsiz de kalma.

1 (15)

Dünyanın bir ucunda ne yerler merak ettin mi?

1 (8)

Her yemek bir ilham kaynağı, bir yenilik.

1 (19)

Sofraya şaşırmak için otur, yemek sürpriz dolu.

1 (4)

Karnın nasıl doyuyor, hep düşün.

1 (2)

Balığı nasıl tuttun, sofrayı nasıl kurdun?

 

 

 

 

YUMURTA

8 Kas

“ Bir yumurta yemeği için ÜÇ BUÇUK saat mi? Yok artık!“ demişim.

“Sultanın damak zevkine layık yemekleri pişirebilecek bir mutfak eri midir, değil midir, aşçı adayının hüneri bunu pişirmesiyle sınanırmış, “ dedi tarihçi dostum, “ve padişaha layık yumurta-yı hümayun’un hazırlanması bu kadar sürebilirmiş. “

Aşağıdaki resimi onedio.com sitesinden aldım (link blog sonunda).

dscf1373

Yumurta-yı hümayun, bizim avam damaklarda bir izlenim oluşsun diye tarif etmek gerekirse, bir çeşit soğanlı yumurta. Çeşnisi pastırma, kırmızı biber, karabiber ve yenibahardan geliyor. Pastırma dana boynunun tütünlük denen yağlı ve lezzetli kısmından yapılanıdır, diye tahmin ediyorum (padişah sofrası ya).

O zamanın iyi aşçısı soğanı öldürmek için tabii ki Halep yağı kullanacak, karamelize olsunlar diye az şeker atacak, iyice yumuşasınlar diye su katacak, sirke katacak.

Hafif ateşte ımık ımık pişirecek.

Yumurtaları orta havuza kırınca da ateşi harlatmayacak, ağır ateşte bıkla usulü pişirecek.

(Tabii ki o zamanki lezzet beklentisine dair damak standartları nedir, hangi yemeğe eh fena değil denir, hangisi fevkalade olur, hiç fikrim yok, ama en azından bazı basamakları hayal etmeye çalışıyorum işte.)

Başlığa YUMURTA dedim ya, aslında muradım, yumurtayı esas alan yemek çeşitleri filan değil; padişahın damağı, soylu sınıfların kalkık mabadları filan da değil.

Şu bildiğimiz basit, ucuz besin, yani yumurta, nasıl oluyor da yemek kültürü, ekonomisi ve siyasetinin inceliklerini test edecek bir nevale olabiliyor?

Deniyor ki bir suşi lokantasına gittiğinizde şefin ustalığını tartmak isterseniz TAMAGO ısmarlayın.

dscf1376

Güya suşi şefleri eğitimlerinin ileri bir safhasında yumurtadan hazırladıkları bu omlet ile olgunluklarını ispat ederlermiş.

Tabii burada yumurtaya kattıkları dashi sosundan, bu yumurtayı pişirdikçe tabaka tabaka katmer misali bir biçime dökmelerinden, sonra bir topan pirinç üzerinde servis etmelerinden söz etmek gerekir.

Ama fazla ayrıntıda boğulmadan söyliyelim ki, bakın işte bir suşi ustasının hüneri de yine yumurta esaslı bir yemekten anlaşılıyor.

Peki, nasıl yani, tavuktan çıkan bu basit şey, gurmelerin kompleks damaklarına ölçü verecek yemeklerin esasını oluşturuyor?

Bask mutfağının kral şeflerinden Andoni –ki Mugaritz diye iki Michelin yıldızlı bir restoranı var San Sebastian’da- suyun ısısını hep 63 derece tutarak bir saatte bir yumurta kaynatmış ki sonuç için MÜKEMMEL deniyor.

Andoni’nin mükemmeli şu: beyaz tam pişsin, sarı cıvık kalsın. Yumurtanın beyazının sarısından hızlı piştiğini herkes bilir ama Andoni’nin mutfak dehası 63 derece 1 saatte beyazı tam, sarısı hiç pişmemiş yumurtayı elde etmiş.

dscf1369-1

Bakın yukarıdaki resimde The Food Lab kitabının yazarı yumurtayı 1 dakikadan başlayıp hep iki dakika ilave ederek çeşitli zamanlarda ateşten indirmiş ve ortaya çıkan ürünleri yanyana sergilemiş.

Bütün bunlar üzerine durur muyum, mutfağa girdim ve kendi mükemmel yumurtamı bulmak üzere antrenmanlara başladım  🙂 .

Buradan itibaren takip ettiğim basamakları bir laboratuvar titizliği içinde anlatacağım ki siz de bunu kendi mutafağınızda tekrarlayabilin.

dscf1363

Dolapta beklemekte olan yumurtayı alıyorum.

dscf1356

Bir cezve içinde üzeri kaplanır kaplanmaz musluk suyu içine koyuyorum.

dscf1358

Kaynama başlayana kadar yüksek ateşe koyuyorum.

dscf1360

Kaynama başladıktan sonra saatime bakıyorum ve ateşi en kısığa getiriyorum.

dscf1362

Uygun zamanda ateşten indirdiğim yumurtayı sıcak suyunu dökerek lavabo köşesinde bekletiyorum.

(Söylememe gerek yok, ateşten indirilmiş, ısı ile teması kesilmiş yemek halen pişmeye devam eder. Buna DEMLENME diyoruz.)

dscf1365

İşte benim DÖRT BUÇUK DAKİKA’m.

dscf1354

Bu da üç buçuk dakika.

İster beş yüz yıl evvel saray mutfağına girmeye heveslen, ister dünya çapında bir restoran mutfağında çalış, ister evinin mutfağında can sıkıntını gider.

Yumurta hayat, lezzet, ustalık, hüner ve mükemmeliyet katar sofrana.

Afiyet olsun 🙂 .

Notlar:

  1. Yumurta-yı hümayün tarifi ve blogdaki resim için, bkz https://onedio.com/haber/fatih-sultan-mehmet-in-en-sevdigi-saray-lezzetlerinden-yumurta-yi-humayun-tarifi-714610
  1. Tamago tarifi ve blogdaki resim için, bkz http://japanese-foodrecipes.blogspot.com.tr/2011/10/tamago-sushi-recipe.html
  1. Yumurta haşlaması üzerine denemeler ve blogdaki resim için, bkz http://www.seriouseats.com/2014/05/the-secrets-to-peeling-hard-boiled-eggs.html

DÜNYA TURU

15 Mar

“Madem öyle, haydi sıkıyorsa YARIN bir dünya turuna çık, para ve zaman sıkıntısı yok, hadi yapsana” dedi ve yüzüme muzip muzip baktı anacığım.

Ben bu dalgacı bakışı küçüklüğümden beri bilirim.

Süper hafızam var diye gurur duyardım. Daha bit kadar ilkokulluyum, bilgiçlik bu ya, televizyondaki şarkıcıların isimleri, şecereleri üzerine iddiaya girerdim.

İddiacılık çok zevkli, çok!

Bir keresinde Şenay’a bu kesin Füsun Önal’dır diye öyle kendinden emin iddia ettim ki, anacığım herhalde bahsi kazanacağını bilmesine rağmen şunun şu küstah burnunu sürteyim diye kapıştı benimle.

Nasıl morardım ama, nasıl!

Galiba o gün de bu iflah olmamış fiyakalı tavrım yüzünden tongaya fena basmış oldum 😦 .

İddiam oydu ki bu gezegende nihai seyahat projesi, bütün gezilerin anası, Dünya Turu’dur, her gezi sevdalısı bu gezi madalyasını takmadan kendini Seyyahlar ve Kaşifler alemine katılmış sayamaz.

Ardından kendinden emin bir tavırla pofpoflamıştım: hele günümüzde her bilgi ve imkan internet sayesinde elimizin altına gelmişken iş değil, cırt diye yapılır Dünya Turu.

Seninki durur mu, yakalamış malı, haydi sıkıyorsa yap, diye meydan okudu, yukarda belirttim.

Öyle mi, öyle! Hemen uçak biletlerini ayarladım.

1DünyaTuru

11 Eylül gecesi onbiri beş geçe Washington DC Dulles havaalanından İstanbul uçağına bindim, on buçuk saat sonra sonra Atatürk havalimanına ulaşmıştım. Tabii bu arada 12 Eylül olmuştu. Transit salonunda bekleyip gece yarısını bir saat geçe (13 Eylül) havalanan Tokyo uçağına atladım ve oniki saat sonra akşam sekiz gibi Narita’ya indik. Havaalanında dört saat beklemeden sonra sıra geceyarısı kalkan San Francisco uçağına geldi, dokuz buçuk saat sonra Yeni Dünya’daydık. Canınız ummasın, akşam yemeği olmuş, havaalanında yemeği eda ettikten sonra (suşi) saat dokuz buçuk’ta eve dönüş uçağını yakaladım, sabah altı’da Dulles’taydım.

Oh be, dünya varmış, al sana Dünya Turu anacığım!

2ChaplinGlobe

İddiayı kazanınca insan kendini çocuklar gibi şen hissediyor 🙂 .

Amaaaa, şimdi diyeceksiniz ki…

Ya bir susun ya, vızıldamayın!

Hadi sıkıyorsa siz bir Dünya Turu yapın!

Tabii sizi durdurması kolay da anacığım tak diye şapa oturttu.

“Ohhoo, beyimiz sanki seküler mir’ac yapmış mübarek, bu ne ya, uçan odalardan uçan odalara geçtin, hangar gibi salonlarda pinekledin, havayolu yemeğinden mide fesadı oldun, bu mudur seyahatların anası! Dünya Turu’ymuş, hıh!“, dedi.

Valla kös kös önüme bakakalmışım.

İddiayı kazandım ama bu övünülecek bir zafer mi oldu, madalyayı takındım mı?

Bu iddianın öğrettiği dersi aldım tabii.

Kafanda muazzam bir gezme arzusu taşımak bir şey, ama bir seyahat programını hakikat kılmak başka bir şey.

Aslında farkettim ki ben üfürdüğüm kadar şak diye Dünya Turu yapıcak hazırlıkta değilim.

Nerelere gidecem? Niye gidecem? Orda ne yapcam?

İşte bu sorulara cevap veren kişisel bir vizyonum olmadan anlamlı bir seyahat tecrübesi yaşayamayacağıma karar verdim.

Hakiki Dünya Turu’nu yapmadan önce bebekler misali emeklemeye karar verdim.

Yani önce ufak ufak turlar ile bir vizyon ve birikim inşa etmem lazım.

Nereleri ziyaret etmek istiyorsam, listeledim. Sonra açtım haritayı, ziyaret noktalarını işaretledim, sonra bunları havayoludur, trendir, otobüstür, oteldir, müzedir, mevsimdir, festivaldir bir program içine yerleştirmeye başladım.

3Kurdele

Valla hayret bir şey, harita üzerindeki noktaları gezi programındaki sıralarına uygun çizgilerle birleştirince bazı anahtar şekiller belirmeye başladı.

Mesela şu yukardaki.

Amsterdam’dan başlıyorum, Barselona-Roma-Atina-İstanbul-Budapeşte-Viyana-Prag-Paris diye sırayla geziyorum, dönüyorum.

Bu harita üzerinde oluşan şekle KURDELA adını verdim.

4siyah_kurdela_01

Hani şu millet hassas olduğu konulara dair değişik renk kodlu kurdelaları göğsüne takıyor ya belli zamanlarda: Meme Kanseri, Yastayız, Kötü Muameleye Hayır De, falan, o şekil.

5Firkete

İspanya’da hayalini kurduğum şu turun oluşturduğu şekil de bana FİRKETE’yi çağrıştırdı. Bu tür programa Firkete dedim o zaman.

(Firkete, kompleks desenleri üretmek için kullanılan özel bir örgü şişi. Farklı boyları var. Ustası iğne oyasından, küpür dantele çok zarif işler çıkartır.)

6firkete

Yaptığım programlar karmaşıklaştıkca zihnim açılmaya başladı. Mesela neden olmasın dedim, öyle bir seyahat programı çıkardım ki, harita üzerinde kedi merdiveni veya AKORDİYON’a benzer bir şekil ortaya çıktı.

7Accordion

Bu resimdeki gezi programı Londra’dan başlıyor, Kazablanka-Berlin-Kahire-Semerkand-Dubai-Moskova-Tunus diye devam edip yine Londra’ya dönüyor.

Tamam arkadaşlar, ben bu işi kaptım.

Anacığım her zaman olduğu gibi bir kere daha dersimi verdi bana.

Öyle ya, o, meydan okuyup zihin kaslarımı geliştirmeden, hayal gücümü fiştaklayıp hayat projeleri için yüreklendirmeden, beşiğimden inip doğduğum evin eşiğini aşarak, kocaman, ama kocaman bir Dünya’ya çıkmam mümkün müydü?

 

Notlar:

  1. Kısa Dünya Turu’m internet üzerinde yaptığım araştırmalara göre başlangıçtan bitimine toplam iki gün altı saat sürüyor (evden havaalanına gidiş ve dönüş sürelerini kapsamıyor). Havada kalış süresi 37 saat, uçuşlar arası bekleme 17 saat alıyor.
  2. Eğer uçuş zamanını en hızlı olmasın, iki üç uğraklı uçuşlar olur derseniz, bütün bu yolculuğu hesaplı bir biletle $1978’a yapmak mümkün.
  3.  Şenay Yüzbaşıoğlu 4 Ocak 2013’te vefat etti. Allah rahmet eylesin. Füsun Önal yaşıyor. Allah uzun ömür versin.
  4. Resmi tarih dünyayı çepeçevre dolaşan ilk kişi  Macellan’ın ekibinden Juan Sebastián Elcano‘dur diyor (1519-1521 arasında olan bir seyahat). Alternatif tarih ise bu kişinin Malakkalı Enrique olduğunu iddia ediyor. Portekizliler Sumatra adasındaki Malakka şehrini kuşatırlar ve  sonradan vaftiz edilip Enrique ismini alacak bir genç, Macellan’a köle olur, Avrupa’ya gelir. Macellan batıya gide gide dünyanın etrafını dolaşacak gezisine Malay dilini biliyor, dolayısıyla o civarlara gelirsek Malayca konuşan biri ekipte olsun diye Enrique’yi de alır. Güya Mindanao (Filipinler) civarında Enrique yerellerin dilini konuşur ve böylece Enrique hep batıya gide gide evine dönmüş, yani (muhtemelen tarihte ilk defa) bir dünya-turu-yapan-insan olmuş olur. Gerçi bu husus tarihçiler arasında pek tartışmalı, sebebi de Enrique’nin kendi memleketi civarına (kültürel anlamda) vasıl olduğu halde kendi oturduğu yere uğramadığı için, milimi milimine bir dünya turu yapmamış sayılması.

 

İNADINA SEYAHAT

17 Eki

Stromboli

‘STROMBOLİ!’, küçük çoban böyle cevap verir, kendisine yöneltilen İtalyanca, ‘bu adanın ismi nedir?’ sorusuna. “Come si noma questa isola?

Jules_Verne_by_Nadar f13

Stromboli, Sicilya Adasının kuzeyinde, deniz ortasında bir yanardağ. Öyle Pompeii  gibi korkunç filan da değil. Yani  insanlık tarihine iz bırakma bakımından korkunç değil. Yoksa, lavsa lav, ateşse ateş, tahribatsa tahribat.

Stromboli habire pavkırıp püskürdüğü için ‘Akdeniz Feneri’ lakabı takılmış kendisine  (kayda değer son püskürme 13 Nisan 2009’da).

Bu volkan Jules Verne’nin 1867 yılında yayımladığı Arzın Merkezine Seyahat (Voyage au Centre de la Terre) isimli muhteşem romanın finalinde boy gösterir.

Finali anlatırsak, Axel, amcası Profesör Otto Lidenbrock ve kılavuzları Hans Bjelke önce bir volkan ağzından girerek yerkabuğu altında inanılmaz keşif ve gözlemlerle dolu bir seyahat yapıyorlar, sonunda bir başka volkandan, yani habire lav püskürtmekte olup roman bitiminde haklı yerini alan Stromboli’den dışarı, yeryüzüne çıkıyorlar.

1280px-Snæfellsjökull_in_the_Morning_(7622876302)

İşte şu yukarıda gördüğünüz eski volkan da (son püskürmenin MS 50-350 arası bir vakit olduğu düşünülüyor), bizim üç maceracının muhteşem yolculuklarını başlattıkları yer.

İzlanda Adasındaki Snaefells Volkanı.

Wikipedia’dan aldığım bu yemyeşil, pırıl pırıl resme bakmayın, kuzeyin soğuk ikliminde bu dağın tepesi karla, buzla kaplı (yaz resminde bile zirvedeki buzul şapkaya dikkat ediniz).

Snaefell_wikipedia 5

Ben bu volkanın her etrafını dolaşacak kadar yakınına gittim, velakin o gezdiğim gün te yamaçlara kadar inen bulutlar nedeniyle bu yerküre harikasının haşmetini canlı teşhis edemedim (ama bir ara bulutlar aralanır gibi olunca şu fotoğrafı çekebildim).

IMG_2698

Snaefell sözcüğünü çevirince  Kardağ ve Karlı Dağ diyeceğimiz bir anlama geliyor, ama başka yerlerde aynı isimle anılan dağlardan ayırmak için İzlanda’lılar bu dağa -telaffuzu hayli zor olan- Snaefellsjökull adını veriyorlar (jökull, çift -ll izlandaca telaffuzda -tl benzeri bir sese karşılık geldiğinden, yöktl gibi okunuyor ve buzul demek).

Tahmin edeceğiniz üzere fell sözcüğü (okunuşu fetl) dağ demek.

Slide3snafellnes

Bu volkan İzlanda’nın batı kıyısında yer alan -yukardaki haritada kırmızı kesikli oval içinde gösterilen- yarımadanın uç kısmında yer alıyor. Buraya Snaefells’in önemine binaen  Snaefellsnes deniyor, yani Snaefells Yarımadası (nes izlandaca’da yarımada demek).

(Böyle öğretmen edasıyla izlandaca bu, izlandaca şu diye açıklamalarla hava atıyorum sanmayın, kökü te eski Viking kültürüne dayanan bu yarı-fosil dil için merakınızı kamçılamak istiyorum.)

Snaefellnes 3

Araba sürüş planımız şöyle: günübirliğine başkent Reykjavik’ten kuzeye 54 ve 56 no.lu yolları takip ederek ilkin Stykkishólmur kasabasına varmak, sonra yarımadanın kuzey kıyısındaki yoldan deniz kıyısı kasabalarına uğraya uğraya (Grundarfjörður, Ólafsvík, Hellnar, Arnarstapi) ve Snaefellsjökull Milli Parkını boydan boya geze geze  akşamleyin Reykjavik’e geri dönmek.

Snaefellnes 4

İşte bu firketeye benzeyen yolculuk planını takip ederek Snaefell Yarımadasını dolaştık. Aktaracağım fotoğraflar kırmızı oklarla belirtilen noktalarda çekildi.

Snaefellnes Terrain 6

Snaefells Yarımadasındaki yeryüzü şekillerini (kıyılar, düzlükler, dağlar vs) belirten haritaya bakınca bu günübirlik gezinin ne derece doğa ilginçlikleriyle bezeli olabileceği azıcık belli oluyor.

Mesela anayoldan  toprak yola sapınca…

IMG_2620

… akıllara ziyan doğa oluşumları ile karşılaşıyoruz. Burası bir lav arazisi, adı Berserkjahraun.

IMG_2622 IMG_2630 IMG_2634

Efsaneye bakarsanız burası İsveç’ten gelmiş iki çılgın askerin (berserker) işiymiş. Berserker Norveç efsanelerinde yer alan bir karakter. Aklı başından gitmiş gibi, delice, har har har diye çarpışan savaşcıları anlatmak için kullanılan bir terim (mesela ingilizcede güncel going berserk ifadesi çıldırmak, fıttırmak manasında kullanılıyor).

Efsanenin kurgusunda bir yerlerde bu iki deli savaşcı, tam da bu dolaştığımız mahalde, tabiri caizse ortalığı (yeri, toprağı) hallaç pamuğu gibi atarlar. Bilmem ki bu fotoğraflarda gördüğümüz doğa şekillerinin nasıl oluştuğu hususunda -efsanevi de olsa- bir fikriniz oluştu mu 🙂 .

Tabii  bugün biz diyoruz ki, buralar yer altından taşıp yayılan lavların kapladığı bir arazidir.

IMG_2643

Akan lavlar bazan öyle kabarmış, öyle yığılmış ki birbirine ulanan küçük tepecikler misali doğal duvarlar oluşturmuşlar.

IMG_2637

Tabii ki yukardaki resimde görülen taşlarla örülerek oluşturulmuş oluşum ‘çılgın’ doğanın sebep olacağı bir şeye benzemiyor, değil mi? Bu, olsa olsa insan yapımı bir artefakt olabilir.

Gerçekten bunlar çobanların etrafı tanımak, bulmak üzere inşa ettiği belirteçler (cairn).

İyi de ne işe yarar bu yapılar?

IMG_2644 IMG_2646

Neye yarasın, bu dünya tatlısı İzlanda koyunlarının güdülmesine, takibine tabii ki 🙂 .

İzlanda’da küçükbaş hayvancılığı ılıman iklimlerde kurttan, kuştan, öbür kabileden koyunlarımı koruyacam diye çırpınan zavallı celeplerin akıllarının alamayacağı yöntemlerle icra ediliyor.

Nasıl yani?

İzlanda bir kategorik YOKlar ülkesi. Demiryolu yok. Orman yok. Sivrisinek yok.

E tabii vahşi hayvan, predator da YOK (soğuk kardesim).

Öyle olunca, baharda salıyorlar koyunları çayıra, bunları bütün bir yaz boyunca  mevla kayırıyor, sonra sonbaharda iki hafta koyunları toplayıp, sahiplerine dağıtıyorlar ve bu can dostlarımız -onları yesek bile- kışı geçirmek üzere ağıllara konuyor.

IMG_2609

Stykkishólmur’a varınca  limandaki manzara tepesinden şehre baktık. Sonra -geometrik tanımlara uygun bir tarzda- 180 derece ters dönüp denize baktık (alttaki ikinci resim 90 olabilir).

IMG_2606 IMG_2612

Sonra bu sevimli küçük şehirin limanına veda edip…

IMG_6497

… fyortlar etrafından dolaşarak…

IMG_2653

… Grundarfjörður balıkçı kasabasına vasıl olduk. Çok güzel bir limanı vardı, sırtını koca dağlara vermişti, yani manzara feci güzeldi, ama burada ilk varoluşcu bunalımımı yaşadım. Yav kardeşim, bu dünyanın ucundaki yerde insan nasıl vakit geçirir, nasıl eğlenir? Reykjavik’e eylenmeye gideyim desen 3 saat araba mesafesinde.

Düşündüm ki İzlanda’lı olmak, İzlanda’da olmak benim bilmediğim, öğrenmediğim başka, bambaşka bir ruh dayanağı gerektiriyor (galiba).

Yine limana el sallayarak yola koyulduk.

IMG_2657

Kasabadan çıkarken, aman o da ne!

IMG_2662

Buna yöre insanları Kirkjufell yani Kilise Dağı diyorlar, yani sanki doğa oraya bir katedral inşa etmiş gibi düşünmek istemişler. Hakkaten tapınak olsa azametli bir şey olabilirdi, ama buraya bir de cemaat lazım, değil mi?

İzlanda’nın toplam nüfusu 330 bin kişi ve bunun da 200 bini yakın civarıyla beraber Reykjavik’te oturuyor.

IMG_2691

Burası Snaefellsjökull Milli Parkı içinde kalan Djúpalónssandur plajı. Tabii ki İzlanda’nın görmemiş turistleri şaşırtan pek çok şeyi gibi şaşırtıcı özellikte.

Kumu kara, kapkara.

IMG_2680

E tabii ne olacaktı ki her yanı volkanik aktivitenin bezediği lavlarla kaplı bir yerin plajlarındaki kum ne renk olabilir?

IMG_2709

Akşamüstü Hellnar kasabasına ulaştık. Birazdan kalkıp Reykjavik’e doğru yola çıkacağız.

Ben bu günkü geziden ne anladım?

Kah fıttırdım, kah meledim, kah püskürdüm,  kah kara kumu eledim.

Velhasılı koca yarımadayı bütün oluşumları, bütün izlenimleri ile şöyle bir genzime çektim.

Serin denizlere karşı bir akşam çayı hakkımdır, değil mi?

IMG_2715 IMG_6529

İKİ KITA ARASINDA

7 Eki

a

Bu durgun su başında bir an sonra kızgın lav şelalesi altında boğulmayı beklemek korkusu, allahım, ben bu tongaya nasıl bastım?

Üstelik pek de kozmik, sevilesi bir nokta bu. Diyorlar ki sağ kıyı Avrasya’da, sol kıyı da Amerika’daymış.

Hadi canım!

İstanbul Boğazı mı bu, bir yanı Asya, öbür yanı Avrupa?

IcelandThingvellir-012

Peki, drone’muzla havalanıp  bu kozmik yere başka bir açıdan bakalım. Bu durduğum nokta, resimde gördüğünüz suyun kıyısında bir yer (sabredin, birazdan tam o noktayı yıldızla göstericem).

Ama bu resimde dikkat çeken  şey, su, kaya, toprak filan gibi hususlar değil, di mi?

Eğer bir şey ilgimizi çekecekse resmin ortasından geçen kırık fay hattına bakıyoruzdur, herhalde.

IcelandThingvellir

Bu yanında durduğum su kıyısı İzlanda Adası’nda bir yerde (resimde kırmızı kesikli oval ile gösterilmiş).

Başkent Reykjavik’ten arabalara biniyorsunuz, Thingvellir Ulusal Parkına ulaşıyorsunuz. Burası kafile kafile turistin, ilginç nokta meraklısının ve hatta seküler hacı diyeceğimiz o şahısların ziyaret ettiği bir mekan.

Peki diyceksiniz, bi köşe Amerika, bi köşe Avrasya, ne iş?

activity_504-600--20141014125504

O zaman açıyı daha uzağa, şöyle gezegen dışına doğru çekip bir daha bakalım.

Haritada görülüyor, İzlanda Adasından aşağıya, güneye okyanus içinde kıvrım kıvrım inen bir oluşum var, nerdeyse dünyanın bir ucundan öbür ucuna gidiyor, iste bu Atlantik Okyanusu altında yatan muazzam bir sıradağ. Mid-Atlantic Ridge diyorlar, yani Atlantik ortasında muazzam bir çıkıntı.

Avrupa ile Amerika arasında iletişim kablosu döşüyorlarmış. Kabloyu denize salıyorlar, salıyorlar, ne kadar saldıklarına da bakıyorlar. Atlantik ortasında bir yerde kablo aşağı fazla inmemiş. Allah, allah? Nasıl olur? Aşağıda bir çıkıntı mı var?

Atlantik Denizaltı Sıradağlarının saptanma öyküsü işte bu. Bu dağ silsilesi alttan öyle yükseliyor ki İzlanda hizasında artık yüzeye vuruyor, bir ülke olarak beliriyor.

Iceland - Volcano and Mid-Atlantic Ridge

Deniyor ki yeryüzü oluşurken yekpare kıta parçaları birbirinden ayrılıyor, koca sıcak mağma denizi üzerinde yüzen bu parçalar kimi yerde biribirinden uzaklaşıyor, kimi yerde biribirine bindiriyor. Bu birbirine değen yerler  hayli aktif yerler (deprem, yanardağ, dağ oluşumu manasında).

Düşünürseniz bir çeşit dikiş izi gibi bir şey, yani dünya yeryüzünü bir elbise gibi giymiş, elbise parçalı, bu parçaların birbirine değme yerleri dikiş yerleri.

Bilin bakalım bir elbiseyi en kolay neresinden yırtarsınız? Atlayın hemen, ‘tabii ki dikiş yerlerinden!’

Hakkaten yukarıdaki resimde de görüldüğü üzere bu dikiş yerlerinde yerkabuğu incelmiş, aşağıdan mağma ittirip kaktırarak yeryüzüne varmaya uğraşıyor.

Iceland_Mid-Atlantic_Ridge_Fig16

Atlantik Denizaltı Sıradağlarının oluşturduğu dikiş izi, yani kıta kütlelerinin birbirine değme hattı, İzlanda’dan nasıl geçiyor, farkediliyor mu?

Thingvellir Ulusal Parkı da tam bu hatın üzerinde.

Saymışlar, 30 aktif volkan var diyorlar İzlanda’da. Üstelik bunların hatırı sayılır bir kısmı güncel aktif. 2010’daki Eyjallajökull volkanının patlayışını hatırlayın. Daha dün gibi.

Ama o volkan ufaklarından. Daha büyükleri var (her nedense bu volkanlar Ayşe, Fatma misali kadın isimleri taşıyor), ve bunların bazıları için, ‘zamanı çoktan geldi, eli kulağında, patladı, patlayacak’ filan deniyor.

Yani izlediğim doğa tarihi belgesellerinde bu meş’um propaganda bolcana yapılıyordu.

Bilmem ki giriş cümlemdeki korku ifadesinin sebebini anlatabildim mi? Düşünürseniz, o devasa dikiş izi üzerindesiniz, mağma alttan alta kaynıyor, gerilim çok artmış, volkanlar patlamaya hazır, ayy, şu anda bile bir hoş oldum 🙂 .

IcelandThingvellir3

Neyse, ben mezarlıktan ıslık çalarak geçen sümsükler misali resimde yıldızla işaretlenen o noktaya vasıl oldum. Arabayı ‘Dalgıçlar’ diye belirlenen mevkiinin güneybatısındaki yeşillik yerde park ettik.

Park büyükçe, o fay hattını ziyaret etmek için Visitor Center daha yakın. O koca kaya duvarı yukarı doğru izlerseniz İzlanda’dalıların pek övündüğü 1000 yıllık halk meclisi, Althingi, kalıntılarına ulaşıyorsunuz ( ama bu konuyu burada daha fazla işlemiyeceğim, o kendi başına bir blog yazısını hakkeder).

IMG_2747 IMG_6449 IMG_2541

Visitor Center’den bakınca da park aşağıda şöyle gözüküyor.

IMG_2543 IMG_2544

Ülkenin kuzeyinde buzullardan eriyip akan sular, Atlantik Okyanusuna inmeden, bu park içindeki İzlanda’nın en büyük doğal gölü (yerel adı Thingvellirvatn) içinde eğleniyor.

Bol su var, yer kabuğu tam burada daha ince, civar jeotermal aktivite ile lebaleb kaynıyor, öyleyse bu yeşilliği, bolluk görünümünü takdir etmek kolay.

IMG_2730

Yukarda dalgıçlardan bahsettim, işte bu arkadaşlar bu parka benim noktadan dalmaya geliyorlar. Kendi park yerleri var, orada toplaşıp kat kat dalış elbiselerini giyiyorlar. Badi badi yürüyerek dalış platformundan atlıyorlar.

IMG_2740

Su tertemiz, metrelerce aşağısı görülebiliyor, ama be kardeşim buz gibi. Çıplak deri dalsan üç dakikada ölürsün, balık adam kıyafetsiz hayatta olmaz bu iş.

IMG_6559

Kaldığımız pansiyonda İngiliz bir hanım, ben ‘yav, bu yapılcak iş mi, buz gibi suya dalmanın ne anlamı var, üstelik bu sularda öyle gelişkin bir doğa yaşamı filan da yok, ne yani yapmış olmak için mi’ filan diye söylenirken, buz mavisi gözlerini kaldırıp yüzüme   bir öğretmen ciddiyetiyle konuştu, ‘valla Silfra’da dalmak benim için öyle ulvi bir şey ki, düşünsenize, kıtalar arasındasınız, gerçekten, bir yan Amerika, bir yan Avrasya, bu bana büyük coşku veriyor’, dedi (brava! brava! demişim içimden).

Bu hanıma bir parça katılmamam elde değil tabii ki. Neden derseniz bir sürü kozmik nokta için biraz uydurma, kaktırma var diye düşünmüşümdür hep. İtibarilik ve keyfilikten hakikiyi ayırmak ne kadar mümkün ki?

Tamam, bir ‘dağ’, bir ‘deniz’, hatta gürül gürül bir ‘ırmak’, ‘olgun başaklarını rüzgarın dalgalandırdığı bir tarla’, ‘dumanı tüten bir ekmek’, bir ‘ocak’, işte şu sözcüklerle temsil ettiğim bu kozmik kavramları hakikatle ilişkilendirmek, buna ikna olmak kolay.

Ama burası şu kıtası, burası bu kıtası, bu çizgi ekvator çizgisi, burası başlangıç meridyeni, ehm, bu şeyler biraz hayal ürünü değil mi sizce?

Ama bu hanıma neden katıldığımı sorcaksınız, derim ki evet o karşı karşıya duyan kayalar eğer yerkabuğunun anlatıldığı gibi bir halinde iseler gerçekten bu köşe bu kıta, bu köşe öbür kıta oluyor olabilir. Yani sonuçta bu taşlar kayalar o devasa kütlelerin hakiki birer parçalarıdırlar. Eh bu da ekvator, meridyen çizgisinden hayli hallice bir sahicilik ilham etmektedir , derim. Ve orada dururum.

O zaman dudakları morartan soğuk sulara dalıp pek az bir canlının yaşamaya tevessül ettiği bir dünya mekanında bulunmaya girişen gençleri (ve hep genç kalanları) alkışlayalım.

Aşağıda böylesi dalıştan izlenimleri nakleden kısa bir filmi izleyebilirsiniz.

Silfra

Büyük bir doğal gölün yanındaki bu park kutuba nispeten yakın bir yerde olmasına rağmen yeraltındaki sıcaklığa yakın olduğu  için muazzam bir bitki örtüsü içeriyor.  Göl manzaraları şahane.

IMG_2533 IMG_2774

IMG_2745

Bitki örtüsünün aksettirdiği zenginlik ve gürlük izlenimi inanılır gibi değil. Parıl parıl bir hayatı kalın bir halı gibi döşemişsin her yere sanki.

IMG_6576 IMG_2765 IMG_2767 IMG_6583 IMG_6584

Velhasılı, korkularımızın üstesinden gelip, aklını peynir ekmekle yemiş 🙂 hoppacık dalgıçların vaftiz oldukları cam gibi sulara sırtımızı verdik, ve hakkaten iki devasa kıtanın kollarını kavuşturdukları ulvi bir noktada bulunuşumuzu bir selfie karesiyle kutladık 🙂 .

IMG_6569

SEVGİLİ ARAFIYAN, SEN

1 Tem

Not: 1996 yılında internet vasıtasıyla üye olduğum Arafiyan e-mail platformuna bir kaç ay sonra şu yazıyı göndermiştim (bu blog için okunurluk kolaylaşsın diye biraz sadeleştirme ve düzenleme yaptım). Sosyal medya, blog ve akıllı iletişim teknolojilerini henüz bilmiyorduk.

I. Dünyada Kendine Bir Yer

İnternet iletişimi konusunda uzun süredir yaptığım gözlemlerimi bir yazı ile toparlamaya karar verdim. Bu arada, Arafiyan mesaj trafiği olağan seyirini takip ediyor, yeni üyeler katılıyor. Grup üyeleri gece göğünde titreşen yıldızlar misali bazan parlıyor, bazan sönüyor. Arada bir semada bir kuyruklu yıldız parlıyor, bir süre ışıyor, ışıyor, sonra kayıp gidiyor.

Farkediyor musun? Arafiyan’ı ufkuma bir gökyüzü gibi koyuyorum böyle anlatarak, üyeler de mecaz gereği çeşitli gök cisimlerinin görünümlerine bürünüyor haliyle.

Bir internet yapısı, sanal bir iletişim ortamı olan Arafiyan’la ilişki değişik değişik olabiliyor. Bazan, bir üye olarak pasifsindir, yukarda anlattigim üzere seyirlik bir ufuk gibi görürsün bu ortamı, yada daha basitinden, belki bir gazetedir, bir TV kanalıdır senin için. Bazan da aktifsindir, bu ortama katılırsın, mesajlar gönderirsin, tartışırsın, sövüşürsün vesaire.

Aktif bir üye etkinliğini nasıl tasavvur eder?

Ben, bazı üyelerin Arafiyan’ı bir ayna gibi tasavvur ettiklerini gözledim, ama bir ufuk olarak ayna değil de bir inceleme aracı (örneğin mikroskop, teleskop) olarak ayna.

Bu tasavvura göre, gönderdiğin mesajlar bir kere ortamda belirdiklerinde, mesajların içeriğini oluşturan argümanlar, düşünceler, artık Koca Beyin’de (yani Arafiyan ortamında) seçilebilen ‘düşünen biri’ algısı veriyor. Elbette, her bir imza sahibinin tanınır bir imaj oluşturacak bir mesajlar dizisi postaladığını varsayıyoruz burada, çünkü düşünüyor diyebilmemiz için bir antite olması gerekir karşımızda (Koca Beyin’in düşünmesi ayrı bir sorun).

Bu antite, ortamda “düşünen” ve bizim bunu teşhis ettiğimiz bir profildir. Tekrar ayna-yansıma tasavvuruna dönersek, bir üye bu durumu araştırmak isteyebiliyor ve şöyle diyebiliyor kendine, “ben düşüncelerimi e-maillere paketleyip Arafiyan’a gönderirim, mesajlar ortamda belirdiklerinde ekranim artik kendime bakabildigim bir aynadır. Eğer bu doğruysa, yani ben sanal ortama yansıyabiliyor isem, belki orada eyleyebilirim, sınayabilirim, hatta evrilebilirim”.

Kabul etmek lazım ki, hayli yoğun bir etkileşim çeşidi bu, bir üye ve dünyası arasında.

II. Logos spermatikus

Asıl getirmek istediğim soruna geçmeden, bir başka tasavvurdan söz etmek istiyorum. Amacım Arafiyan ortamında zuhur eden bir profilin faaliyet sınırlarını anlamaya çalışmak.

Düşüncelerimi bir uç örnek aracılığı ile açayım.

“Kuzuların Sessizliği” filminin kahramanı “yamyam” Hannibal Lecter’İ (Anthony Hopkins) hatırlar mısınız? [Durun, “aman, hayır!” demeyin, lafımı bitirmemi bekleyin (takdir edin ki bazan ancak riskli bir söylem ile karmaşık bir konu anlaşılır olabiliyor)]. Aslen bir psikiyatrist olan Dr. Lecter, film boyunca bir hücrede, özel cam bölmelerin arkasında hapis tutuluyordu. İnsanlar Lecter’in cürmünden ancak bu maksimun tecrit şartları sayesinde korunabilmişti.

Hannibal_Lecter

Lecter o haliyle bile, yan hücredeki paranoid adama sözleriyle erişmiş, ve onun dilini ısırıp koparmasına sebep olmuştu. Maksadı adamı cezalandırmak, onu öldürmekti, çünkü bu mahkum Ajan Starling’e (Jodie Foster) galiz sarkıntılıklar etmişti. Bu infazı yalnızca telkinle başardı. Zavallı adamcağızı –ki aslında kendisi azgın bir hükümlüydü– laflarıyla delirtti, ruhundaki zayıf noktaları sömürerek intihara teşvik etti. Kopan dil adamın boğazını tıkayıp boğularak ölmesine yol açmıştı.

FBI’ın davranış bilimleri uzmanı ajan Starling, hapishaneye, Dr. Lecter’i görmeye, o sırada bir seri cinayetler işlemekte olan ve zamanında Dr. Lecter’in de hastası olmuş canavar ruhlu bir katilin, (cinayetlerinde kullandığı tarz nedeniyle ) “Terzi” namıyla anılan Bill’in, kriminal zihin süreçlerini anlamak için geliyor. Ama Lecter felaket sakat birisi, ne kadar kıstırılmaya, eli kolu bağlanmaya çalışılırsa çalışılsın, bir serbest kaldığında körpe yanaklari harttadanak koparacak ağzından dökülen sözler ortalığı mahvediyor. Onun bu korkunç kabiliyetini yukarda anlattık ama başka bir anekdotla biraz daha belirginleştirelim bu hususu.

Örneğin şu başka hapishaneye nakil sahnesi.

5

Senatör hanımlardan birinin kızını kaçırıyor Terzi Bill, bu senator hanım da nüfuzlu bir mağdur olarak, kızının kurtarılmasında yardımı karşılığı Lecter’i daha “hoş” bir hapishaneye nakil sözü veriyor. Şu sahnede, Lecter’i hava alanına getiriyorlar, senatör hanım da adamlarıyla oradadır. Yamyam’i metal bir deli gömleğiyle bağlayıp – yani nerdeyse boğazına kadar ‘kefen’leyip– dikine el arabasına bindirmişler, kafasını oynatmasın diye sabitleyip, n’olur n’olmaz diyerek, yüzüne ağız yeri parmaklıklı demir bir peçe giydirmişler. O düşkün haliyle bile Lecter allem edip kallem edip ettiği kışkırtıcı laflarla senator hanımın sinirlerini usta bir arp virtüozu gibi dımbır dımbır “çalmıştı”.

Neyse, fazla romantiğe kaçmadan, şunu demek istiyorum. Lecter’in yıkıcı, maço görünümlü söylemi, bir sanal ortamda mesajlarıyla eyleyebilme potansiyelini anlamamız adına bir uç, karikatür örnek veriyor.

Yani, Arafiyan ortamından gelen mesajları, yavan-tatsız, ateşli-kışkırtıcı vs vs olmalarına bakmadan, sanki o camlı bölmenin ardında hapis bir antiteden türemiş, ama edeceği bir kelimeyle de okuyanını hipnotik bir etki altina sokacak ifadeler olarak kurgulamak istedim.

Hipnotik etki derken, bir mesajın sanal ortama seni angaje edebilme derecesini kasdediyorum.Örnegin, ne kadar ağır laf, o kadar sinir, gerilim; ne kadar kışkırtma, o kadar tahrik, o kadar köpürme; ne kadar cazip laf, o kadar hoş ve uçuk duygulanımlar vs vs.

Öyle bir kaptırış ki “o” mesajı tekrar tekrar okumaya sevkettiren, bazan tatlı bir uyku, bir gevşeyiş, bazan bir karabasan, bir hınç, bazan da (yeterince gaza gelip al gülüm ver gülüm yazışmaya girişince) curcunalı bir voleybol maçına bilet kestiren bir müptelalık.

Ekranınızı bu kadar sulandırdığım yeter, biraz da kurutalım bakalım!

III. Sevgiyle Başlayacak Her Şey

Yazıyı buraya kadar okuyup da hala zırvalamadığımı düşünüyorsanız, şu soruyla düşüncelerime devam etmek istiyorum: bu kadar iş güç arasında gerçekliği — biraz sıkı sorgulansa– eksik ve şüpheli görülecek bir sanal ortamı takip edip, bu ortamda yer almamızı, ve hatta bazan işin dozunu kaçırıp büyük cihatlar yapmamızı sağlayan itki nedir?

Tek kelimelik bir yanıtım var buna: Eros.

eros-e-psique-1341972112_org

– Hadi ordan, terbiyesiz! dediğinizi duyar gibiyim.

Hatta bazılarınız, pis herif, alem ve içindekilerle etkileşen insanı sürükleyen esas yalnızca cinsel yüklemler midir, olay buna indirgenebilir mi, bu nasıl akıl yürütme, diye itiraz edebilir.

Yok, ben tam olarak indirgemeci sayılmam aslında. Yani insanı öyle ister istemez gövde yerlemlerine, uzuv ulamlarına, arzu kaşıntılarına kitlemeye sevkedecek ve de muhtemelen beceremiyeceğim bir söylemin izini sürmek isteyen biri değilim.

Amma velakin bir sanal ortamın kesik kesik soluyuşa benzeyen bir-bir mesaj trafiği hani şuurumuza çıkar, arzu tellerimize şöyle bir asılır, iç dünyamızın ibreleri 1’den 100’e donk diye atar ya, hani yazılı yanıt vermesek bile kafa sesimizin ekrandaki mesaja konuştuğunu saptarız bir an, işte o anı bize yaşatan kısa nöbetin kökenindeki SIZI’dan bahsetmek istiyorum.

Bazan bilme-öğrenme isteğiyle yakıp tutuşturan, bazan aydınlatma-geydirme dürtüsünü dürttüren ve hatta bazan insanı sanki ekranı bir kapı deliğinden izliyormuşcasına utandıran bir şeyden söz etmek istiyorum.

Bazan günlerce mesaj gelmediğinde, şöyle tık tık ekrana vurdurup, n’oldu yahu, ortam öldü mü? dedirten o meraktan söz etmek istiyorum.

Derler ki Eros’un özünde bir yetmezlik/yetersizlik duygusu yatarmış.

Yani mesela ‘sevgili’ addettiğimiz, o yüzden bize tamamlayan, bütünleyen, erişil(emiy)en bir hilkat gibi görünürmüş.

Yani hayat, o yüzden ucunda belirsizlikler, bilinmezlikler, bitimsizliklerle giden, yüründükçe halkolan bir yolmuş.

Şaşırtıcı olan şu: insan daha ne idüğü ve ehemmiyeti anlaşılamamış ve dahası biyolojik varlığını hiç bir sekilde yamayamadığı bir şeytan icadına (yani mesela sanal ortamlarda boy göstermeye, oralarda olmaya) kendini bu kadar kaptırır, bu ortamla “yatar kalkar”, ortamın sunduğu gerçekliği hemencecik şişirip köy çeşmesinde hep birlik esvap yıkıyormuşcasına bir şenlik havasına girer, yada göz gözü görmez bir sağanak altında süngülerini takıp karşı mevzilere hücuma geçer.

Elbette bütün bunlar fiziksel dünyada hiç bir şekilde cereyan etmez ama iştirakciler sanal bir YER’den olan biteni bize rapor edip dururlar, ekranlarımız habire “yeraltından notlarla” dolup taşar.

IV. Nereden Nereye

Sanal gerçeklik, internet ve diğer teknolojiler sayesinde 1990’lar başından beri kitleye malolmuş bir olgu ama öyle bir şey ki insanı toptan alt üst eden, insanın dünya üzerinde duruşunu, kendilik anlayışını dönüştüren bir yenilik.

İnsanoğlunun “aya gitmesiyle” ruhlarda küçük küçük vızıldanan dönüşüm akımlarini vızzt diye koca anaforlar enerjisine bindiren bir teknoloji.

Heidegger 1940’larda teknoloji üzerine yazdığı yazılarda, teknoloji 17. yy’dan beri teorik ve pratik alanda öyle bir gelişti ki insan varlığını kendine soğuran özü nedeniyle insanlar için esası unutturtacak/kaybettirecek bir tehdit haline geldi, diyor.

O zamanlar daha bilgisayar denen fiziksel şeyin esamisi bile okunmuyordu. Biçare Heidegger teknolojinin anlamı ve dönüştürücülüğü üzerine fikirlerini anlatırken bile bilgi teknolojilerinden bahsedememişti. Kendine mecaz diye, örnek diye kaltaban hidroelektrik santralini seçmişti.

Kouris_Dam_-_overflow_day_8_April_2012 tcsj7997-1353301647

Özetle şunu söyledi Heidegger: teknoloji ile teknolojinin özü birbirinden farklı şeylerdir, yani alete edevata bakarak, şöyle güçlü, bu işi şu kadar yapıyor filan diyerek teknoloji olgusunun insan varlığıyla nasıl etkileştiğini anlayamayız.

Teknolojinin özü, nesneleri öylesine olma halinden çıkarıp, bir ‘hazır’ veya ‘yedek’ konumuna getirir. Her şey bir işlenip dağıtılan, yayılıp, tekrar toplanıp tekrar dağıtılan hazırlar/yedekler haline dönüşür.

Artık bir nesne, olma istikrarı silinmiş, yani bir şeyin “bir şey” olması durumu ortadan kalkmış, hal sürecin içinde erimiş, her şey bir sonraki aşamaya malzeme oluşturacak bir yedek, bir hazırlık haline gelmiştir.

Heidegger’in korkusu, ‘doğanın efendisi’, ‘teknolojinin yaratıcısı’ filan gibi lanse edilen, algılanan insanın da bu akibete uğramasıdır. Bu soruna işaret edip çözüm olarak insanın asıl özünü unutmamasını, hep hatırlamasını diler.

Teknolojinin pençeleriyle uğraşmak ancak insanın dünya üzerindeki duruşunu şiirsel bir ayara getirmesiyle mümkündür.

V. Kaygı

Lafı evire çevire demek istediğim o ki, Arafiyan gibi sanal bir ortam pek de hafife alınacak bir olgu değildir.

Arafiyan platformu, burada anlatılmak istenen şeyler için yalnızca bir örnektir. Daha doğrusu bana bu fikirlerin çogunu Arafiyan ortamı ilham etti, o yüzden bu ortamı örneklerimin, konumun göbeğine oturtmak zorunda hissettim. Yoksa burada söylenmek istenen daha da genellenip sanal gerçeklik ve iletişimle ilgili başka modalitelere de uyarlanabilir.

Dünyada bir takım cemaatlerin içinde yer alıyoruz, pek çok topluluğun üyesiyiz. Bu ortamlarda hal ve hareketlerimizin, niyet ve amellerimizin tecelli etmesi belli bir dile bağlıdır. Bu dil o kadar ilklere götürülebilir ki, bir odaya girip, sandalyeye yönelip, belli bir hizaya gelince arkanı dönüp, çömüp sandalyeye oturmanın bile başli başına bir dil olduğundan söz edilebilir.

Bu dil(ler)in grameri ve vokabuleri, zamansal, biyolojik ve uzamsal filtrelerle kısıtlanır.

Zamansal kısıtlayıcılar altına zamanı saymak/belleyebilmek, bitimlilik (fanilik), devirlilik (günler, mevsimler, yaş devirleri vd) başlıkları konabilir.

Biyolojik kısıtlayıcılar derken gövdesellik, optimal ayarlılık, bilinçlilik gibi başlıkları düşünebiliriz.

Uzamsal kısıtlayıcılar için şimdilik yalnızca gezegenselliği sayalım.

Aslında hedefim, şu yukardaki gibi genellemeler, listeler vırt cırt ile bir totalite anlatmak değil.

Dünyeviliğimizin resmine dair bir fikir vermek istedim.

Asıl söylemek istediğim şey şu: yüksek teknolojiler ile yeni ortaya çıkan ortamlar, cemaatler, menziller, mesafeler, diyarlar vs vs her neyse, hala bugüne kadar bildiğimiz, içerisinde bir elimiz yağda bir elimiz balda yaşayageldiğimiz yaşlı DÜNYA’nın içindedirler, ondan farklı, dışında değildirler.

Ama, ‘dünya’ ne?

‘1920’ler’ bir şey, ‘köylünün dünyasi’ başka bir şey, ‘çocuğun gözü’ bambaşka bir şey, ‘ortaçağ’ bir başka, ‘pleistocene dönem’ bir türlü, ‘metropol hayatı’ şöyle, ‘dağ patikalarında keçi sürüleri gütmek’ böyle, bu böyle uzayıp gider.

Sanallığı yaratan teknoloji bütün bu dünyalari bir ekrandan foşşt diye zihnimize çarpıp bizi de içine cekerek Heidegger’in korktugu KİMYASALLAŞMA sürecine sokuyor insanı.

Kimyasal bir tepkime denkleminin basit, ‘ reaktanlar–> ürünler’ belirleniminden çıkmayı istemek bir sorun mu, bilmiyorum. Yani beni o kadar da geren bir şey değil bu. Hatta belki de canlılığın türeyişine yol açan primordial çorba benzeri bir şey olusuyor Enformasyon Otobanlarinda (muhtemelen ‘enformasyon otobanı’ da lüzumundan fazla tertipli bir ifade). Ancak, ben sade bir insan olarak, günümü, mevsimimi, sevgimi, durağanlığımı vs her ne varsa gündeliğimde, bunları yaşamak isterim.

Bir sanal ortam da olsa bu yer.

Ama belki de bu istemim şimdilik bir direnç, ne de olsa ben bu ortamlarla, yüksek teknolojiyle, enformasyon otobanlarıyla büyümedim.

(Muhtemelen) beynim kireçlendikten sonra bunlara maruz kaldım.

VI. Yakınlık

Ne dedim şimdiye kadar? Önce sanal ortamın antitelerinin bana seslenişinden söz ettim.

Ardından, bu seslerle temas kurduğumu, etkileştiğimi ve böyle yapmayı arzuladığımı anlattım. Bu arzunun kökeninde Eros’un yattığını iddia ettim.

Sonra, teknolojinin özüne dair bir halin Eros’un gücünü egale edip onu boyunduruğuna alacak bir tehdit taşıdığından bahsettim.

En sonra da, insanın dünya üzerindeki konumuna işaret edip, teknoloji sayesinde genişleyen dünyanın insan üzerindeki başedilmesi zor dönüştürücülüğünden konuştum. İnsanın dünya üzerindeki varoluşunun kısıtlamalarından dem vurdum ve de insanın kendini yitirmeden sanal ortama geçebilmesi, bu kısıtlamalari o yerde yeniden bulmasıyla mümkün olabilir mi sorusunu sorduracak bir tartışma yaptım.

Yanılmıyorsam Vatikan’daki Sistin Şapel’in tavanında şöyle bir resim var: Adem dünyaya düşmüş,ezik ve yaralı, resmin sol altında boynunu büküp ardına yaslanmış, kendine gelmeye çalışıyor. Sağ üstte, Tanrı Baba elini uzatmış, işaret parmağıyla Adem’e erişmeye çalışıyor. Adem de uzanan müşfikliğe erişmek istiyor, o da elini uzatmis, Tanrı’nın elini yakalamak istiyor. Her iki yandan işaret parmaklari birbirine yaklaşmış, değdi değecekler.

Painting on ceiling of the Sistine Chapel.

Painting on ceiling of the Sistine Chapel.

Her halde bundan güzel tasvir edilemezdi iletişim çabasının altında yatan bazı sorunlar, bu çabanın uçuculuğu, kırılganlığı, ve altta yatan duygular.

Başta kullandığım edepsiz örneğime dönersem, Lecter ile Ajan Starling bir ara bir dosya değiştokuşu yaparlar. Lecter dosyayı Starling’e tam veriyorken, eline şöyle kısaca dokunur. Starling ürperir, yoğun bir an yaşar.

Aralarındaki tek fiziksel temas budur.

silence-of-the-lambs-1

Sevgili Arafiyan, insanin YAKINI onun icin en, en değerli bölgedir ve iletişim burada cereyan eder. Ve sen beni dikkate alıyor, beni umursuyorsan, benim silinip gitmememi, hep hatırlanmami diliyorsan, bu bölgeye kolayca erişebildiğini bilmeni isterim.

Gerisi sana kalmis.

İNTERNET BİR FACİA

11 Haz

İnternet bir facia MI?

Ha ha ha, ne içtinse azıcık da bize ver nasiplenelim diye itiraz ettiğinizi görür gibiyim 🙂 .

Öyle ya yüksek teknoloji genelde bir nimet, bir fırsat, bir bolluk olarak algılanmıyor mu?

Niye başımıza iş çıkarsın, niye bir felaket olsun, niye bir sorun olsun?

İddiam o ki  internet ve yüksek teknolojiler sayesinde nurtopu gibi bir afetimiz oldu.

***

Düşünün, bir tanecik -allı pullu- dünyamız var.

Aha işte ortalık, gözle görünür elle tutulur bir yer.

Şimdi misal olarak bu dünyayı kartondan kurun ve bunun arkasında elle tutulmaz, gözle görülmez parallel bir dünya hayal edin.

Sonra ilk çağ filozofları misali yine varsayın ki bu parallel dünya koca bir su kitlesinden oluşmuş.

Öyle bir kütle ki bu su, bir abanıyor, bizim karton dünya dayanamıyor, çat, ortalığa sel boşanıveriyor.

Deprem olsa, yangın olsa haydi bir nebze,  ama bu bir sel baskını olduğu için her yer çamurla kaplanıyor.

Su kirli, içilemiyor.

Kolera kapıda.

***

Tek kanallı siyah-beyaz televizyon gecelik bir kaç saatlik yayınıyla evimize ilk girdiğinde kısa pantolonlu bir ilkokul çocuğuydum.

İnternet fenomeni ömrümün Dante dekadı boyunca -ki 1990’lar oluyor-  doğdu, büyüdü, serpildi.

Aah, ne sevinçli zamanlardı-ı!

Elimize düşen bereketin, bolluğun ihtişamıyla büyülenmiştik.

Web browserlar insanlık çağları misali (paleolitik, neolitik, bakır, tunç vs ) birbiri ardına çıktılar, battılar, çıktılar, battılar.

Deyim yerindeyse  internet’e paralel ben de  dünyaya bir kez daha gelmiştim.

Mosaic browser’ini ilk gördüğümde sanki ilk defa şokella yiyormuşum hissine kapılmıştım.

Netscape ise denizi ilk defa gördüğüm zamanki duygularımı canlandırdı (hani Borges der ya, denizi görünce kanımız hızlanırmış).

Ve de yeni doğmuş bebeğin saflığı gereği, internet’in insanın elini kolunu uzatan, dünyasını büyütüp zenginleştiren, faydalı bir araç olduğunu düşünüyordum.

***

Çoktandır bir elektrik santralında üretilen sonsuz elektron demetlerini neredeyse su, hava benzeri bir nimet gibi evlerimize akıtıp hayatımızı kolaylaştırmamışmıydık.

Daha daha, buhar makinasını, elektrik lambasını, içten patlarlı motoru hayatımızın göbeğine  yerleştirmemişmiydik.

Oh ne güzel, sıcacık!

Valla masanın üzerindeki bilgisayar ekranına eski türk filminde birbirlerine ağır çekim aşk koşusu yapan çift misali yapışasım geliyordu.

Diyordum ki teknolojinin hayatımıza kattıklarını küçümseyip, işi felaket tellallığına vardıranlara mı kulak mı verecez, boş ver,  koş  bedava elektronik zenginliği paylaşmaya  koş.

***

Mesela, bir e-mail grubuna üye olduğumu hatırlarım.

Aslında işler ilk başta fena gitmiyordu.

Yazıp çiziyoruz, eğleniyoruz, öğreniyoruz, filan.

Aman aman, sonra ekmekler bozuldu, yani benim ekran karşısında yaşadığım tecrübelerde, gözlemlerde olumsuz hissiyatlarla giden bir değişiklik oldu.

Anonim kimlikler ardına gizlenmiş kullanıcılar vardı, mesela.

Galiz küfürler hakaretler birden parlayıveriyordu.

Politika, din gibi ateşli konulardaki konuşmalar birden tehditlerin, aşağılamaların uçuştuğu bir kahve kavgasına dönüşüyordu.

Bir yazısını bir şiirini sergilemek isteyen bir kullanıcının iletisine durup durduk yerde kim olduğunu bilmediğimiz e-mail adreslerinden kıskançlık, buğuz, haset yağıyordu.

Bugün trol denilen kalem ehilleri o vakitlerde yeni filizlenmişlerdi yanisi.

Üstelik, bunların bazılarının kimlikleri de açıktı.

En belirgin özellikleri, militanca bir dava güdüyor olmalarıydı.

Kampanyalarını bitmek bilmez bir işkence şeklinde habire ekranlara boca ediyor, ajandalarını gütmek uğruna sayısız yeni adreslerden durmaksızın hücum ediyorlardı.

Buyurun, çünkü elektronlar feci  bedavaydı.

***

Afallamıştım.

Normal dünyada alışık olmadığım bu insani oluş ve faaliyet biçimi şaşkınlığa uğratmıştı beni.

Nasıl oluyordu bu?

Normal hayatta, evet, kendi kendilerine söylenenler, meydan ortasında söven deliler vardı.

Kavgalar vardı, bağrış çağrışlar vardı.

Ama bunların sıklığı azdı.

Ve de bunlar rahatsız edici bir yaşantı olduklarından sakınmaya çalışıyordu insan, sayılarını azaltmaya çalışıyordu.

Çocuklar diyordum, evet onlarınki aşırı bir aktivite, katlanılabilir bir azgınlık, ama BU! ne?

Eskiden bilinçdışı dediğimiz zihin alanına bir arayüz edinmiştik galiba.

***

Kısacası, yeni bir medya  çıkmıştı ortaya.

Yüz yüze olsak duy(a)mayacağımız iç uğultularının  işitilir hale geldiği bir medya.

Bu bilinç dışının (veya altının) cızırtısı mıydı?

***

Unconscious diye nitelersek bilinç dışını, yani öylesine zihni süreçler ki, yapıyorsun  ediyorsun ama bir açıklama izahat getirmiyorsun, bunlar kendiliğinden otomatik oluyor, senin bilmene  gerek yok.

Bisiklet sürmek diyelim, sürüyorsun oluyor.

Ne kadar kolay 🙂 .

Her bir pedal çevirişi dillendirsek, kafa yorsak, unut ya bisiklet kullanmayı, şurdan şuraya iki adım atamayız.

Acaba biz bu bilinç-olmıyan, bilinç-gerektirmiyen süreçlerin bizim bütünlüğümüzdeki payı ne kadardır?

Büyük müdür?

Bu faaliyetlerin çapını bilemiyeceğim ama önemli bir kısmının elzem  olduğunu söyleyebiliriz.

Düşünün bir, solumazsak, kalbimiz çarpmazsa, yemek pişirmezsek, tarlaya bakmazsak halimiz nice olur?

***

Öyleyse, bu yeni medya (internet) duygularla, arzularla, isteklerle ciddi bağlantılı bir alan  olmalıydı.

Normalde  hissettiğin olumlu olumsuz  duyguları öyle cart diye açığa vurmazdın

Ama internet öyle bir şeydi ki, insan ekranı başında deyim yerindeyse fokur fokur kaynıyor, aslında mahrem kalması gereken bir çok zihinsel birikimi san(al)a doğru taşırıyordu.

Elektronlar o‘na bu kabiliyeti bahşetmişti (hayırlı olsun) ve alıcı tarafındakiler de bu saklı dünyayı, otomatikman, sereserpe, gözleme imkanına kavuşmuştu (oh ne ala, eylenceye bak).

***

Tabi şu yukarda anlattığım şu ilkel  günlerin üzerinden çok zaman geçti.

Bugün sosyal medyalarla tanıştık, bloglarla şereflendik.

Radyo, televizyon, gazete gibi eski tür medyaların kendilerini birer birer İnternet ortamında yeniden yaratmasına tanık olduk.

Facebook tanışlarımızın sıcacık like’larını hoş bir battaniye gibi üzerimize çeker olduk.

Demem o ki, insani varlığımız aslında öyle kocaman öyle kocaman ki, dünyalara sığmıyor.

İnternet yeni bir dünya  olarak benim, senin ve ekran ucundaki o öcü abi/ablanın yaşam alanı haline geldi, geliyor.

Enseyi karartmıyalım 🙂 .