Şehirleşme aldı başını gidiyor. Diyorlar ki yirmibirinci yüzyılda Çin’de gözlenen şehirleşme olgusu Endüstri Devrimi sırasında İngiltere’ninkinden 100 kat daha hızlı. Bunun üzerine bir de Küresel İklim Değişikliğini koyun, ayy, işler kesat.
İnsan doğayı dönüştürerek şehirleri kurdu (ay ne banal, klişe bir cümle). Bataklıkları kuruttu, ormanları kesti, yollar yaptı, köprüler inşa etti. Yaptı, yaptı, yaptı.
Sonuç ne? Hayal kaybı, rüya yoksunluğu. Ağaçlar arasında, toprağa yakın bir mesken mi özlüyorsun, hayırlar olsun, o ne ola ki?
Aha bu ciddi bir kayıp. ‘Doğa’, hani doğa moğa deriz ya, işte bu ifadedeki moğa olmuş, yani önemsizleşmiş, silinmiş, kayıp gitmiş. Yerine, ikame niyetine insan gönlünde bir sızı kalmış.
Şehir yaşantısındaki topraktan kopmuşluğun yarası için n’apsak, n’etsek derken, çare anlamında parklar, bahçeler tasarlanır olmuş.
New York kentinde ilginç bir park, Highline, doğa ve teknoloji arasındaki anlattığımız bu gerilim için bir simge adeta.
Aslında bu park doğadan kazanılmış, temeli toprağa oturan bir mekan filan bile değil. Aksine, aynen apartman yapar gibi, yol yapar gibi insan eliyle oluşturulmuş yapay bir ortam. Şehire rağmen, şehirden koparılarak doğa süsü verilmiş bir mekan.
Metal direkler üzerine döşenmiş, sokaktan yüksek bir ray hattı düşünün. Bu yapıyı bir bahçeye dönüştürün, araya da yürüme yolları yapın. İsmi de buradan geliyor, Highline, yani Yüksekhat.
Hem yerliler hem turistler bu yürüyüş yolunu pek seviyor . İlgi öyle yoğun ki piyasa vakti iğne atsan yere düşmez.
2009’da açıldığından beri giderim bu parka. Tasarım güzel, yeşil hoş, havadaki genel memnuniyeti solumak da cabası.
Amma velakin, en son Ağustos 2014’deki yürüyüşümden sonra moralim bozuldu.
KORKARIM Kİ ‘ŞEHİR’, ‘PARK’I YUTACAK.
En yukarıdaki yeşil noktadan giriş yapıp, en aşağıdaki yeşil uca kadar yürüyüş yaptım. Mesafe yaklaşık 2350 metre.
Arada yol var, sağlı sollu yer yer dinlenme mekanları var.
Hava açık, güzel. Arkama dönüp bakıyorum, o ne?
Yüksek yapılar! Yoktu yahu bunlar, açıklıktı.
Haydi teknoloji meknoloji toprağı temel almadan bitkileri büyüttük diyelim, güneşi ne yapacağız, öyle perde gibi istediğimiz yere geremeyiz ki?
Neyse yürüyüş yolunda devam edelim. Sağlı sollu çok güzel ekim yapmışlar.
Peyzaj tasarımı Hollandalı Piet Oudolf‘a ait. Temel felsefe, tamamen doğal, sereserpe görünüm, boy boy kır çiçekleri.
İyi hoş da şu hale bir bakar mısınız, bu yürüme şeridinin her etrafında habire yapılar yükseliyor?
Neyse, felaket polisi baskın verip, parkı tutuklayıp hapse atmadan, yürüyüşümüzün zevkini çıkaralım.
Park şehirin içine ıspanak bıklasındaki yumurta misali gömülmüştür. New York şehrinin beton tezatı parkı çepeçevre kucaklar. Buna rağmen parktaki insan kendini kurtulmuş gibi hisseder, ‘bu parklı’ gibi hisseder. Artık dışarıdaki o yapaylık uzaktır, bir ilginçliktir.
Parka bayılır herkes, özellikle turistler.
Bu parkta soyutlamaların sana doğru yürüdüğünü, konuştuğunu hissedersin adeta: dünya evi, dere, dostluk, sanat, köşe, tiyatro, meydan.
Kısacası kalamışvari bir huzur, bir kurtuluş, kısa bir bir soluklanma için bu parkı aranır insan.
Son söz olarak kısa bir film link’i bitireyim konuyu.
Sean Penn, 11 Eylül faciasını ve hissettirdiklerini mecazi anlatan kısa bir film yapmış. Muhteşem oyuncu eski toprak Ernest Borgnine yaşlı adam rolünde inanılmaz bir performans sergiliyor.
Bir bakın, bakalım ne düşünürsünüz, ne hissedersiniz?